27 Eylül 2010 Pazartesi

Efendimiz'in (sav) Merhamet Ahlakı

Ilim Bahcesi Sitesi

Efendimiz’in merhameti beşerî münâsebetlerde ortaya çıkan bir husustur. Onun insanî ilişkilerini bu gözle değerlendirdiğimiz zaman merhamet ahlâkının en şâhika örneklerini, hoşgörü ikliminin en müşahhas misallerini onda görürüz. Çünkü o lânetçi değil, rahmet peygamberiydi. (bk. el-Enbiyâ, 21/107) Âile hayatından toplum ve devlet hayatına varıncaya kadar onda bu höşgörü, merhamet, şefkât ve sevginin derin izleri vardır.

Rahmet peygamberinin insânî ilişkilerdeki temel özelliği merhametiydi, hoşgörü ve şefkatiydi. Kur’an onun bu özelliğini şu lâfızlarda takdim etmektedir:“Allah’ın rahmeti sâyesinde ey Muhammed sen insanlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz insanlar etrafından dağılır giderlerdi. Onları bağışla, onlar için mağfiret dile, iş konusunda onlarla istişâre et. Bir kere karar verdin mi Allah’a tevekkül et! Allah kendisine güvenenleri sever.” (Âl-i İmrân, 3/159) Bu âyette Allah Rasûlü’nün insânî ilişkilerinin zemini rahmet ve şefkat olarak belirleniyor. İnsanların yanlışlık ve taşkınlıklarına hoşgörü ile mukabele edilmesi ve onlar için Allah’dan bağışlanma dilenmesi öngörülüyor. Ayrıca yapılacak işlerin karar aşamasında insanların görüşlerine başvurulması tavsiye ediliyor. Ancak karar aşamasına gelmiş işlerde ise kararsızlık göstermeden Hakk’a tevekkülle işin sonuçlandırılması emrediliyor.

- Eş ve Baba olarak Âile Hayatındaki Merhamet Âhlakı
İnsanın olduğu gibi göründüğü yer âilesinin yanıdır. Hiç kimse âilesinin içinde, olduğundan fazla görünme şansına sâhip değildir. Bu yüzden insanların insanî ve ahlâkî özelliklerini en iyi bilenler, insanları âile içinde görüp tanıyanlardır. Bu açıdan Hz. Peygamber’in beşerî ilişkileri hakkında eşleri, çocukları ve hizmetçilerinin tesbit ve değerlendirmeleri büyük önem arzetmektedir. İlk eşi Hatice anamız onun hakkında şu tesbitlerde bulunmaktadır. “Sen yakınlık bağlarına saygı gösterir, kimsenin hakkına tecâvüz etmezsin.” (Buhârî, Bed’ü’l-vahy, 1) Hz. Âişe ahlâkını Kur’an olarak gördüğü Allah Rasûlü’nü şu lâfızlarla anlatmaktadır: “O evinde ayakkabılarını tâmir eden, söküğünü diken, önüne konursa yiyen, değilse asla istemeyen, insanların kusurlarını bağışlayan bir insandı.”

On yıl kadar onun hizmetinde bulunan Enes (r.a.)’in: “Beni yaptığım ve yapmadığım şeyler sebebiyle hiç azarlamadı.” sözü, Onun insan gönlüne verdiği değeri gösterir. Hz. Zeyd b. Hârise’nin onun yanında bulunmayı, baba ocağına tercih edişi insanların kişiliklerine gösterdiği saygıyı ifâde eder.

Torunları Hasan ve Hüseyin ile Zeyd’in oğlu Üsâme’yi kucağına alarak, okşayıp iltifat ederek gösterdiği şefkat tavrı, ondaki merhamet duygusunun bir başka tezâhürüdür.

-Mürebbî ve Mürşid Olarak Toplum Hayatındaki Merhamet Âhlakı
Allah Rasûlü, toplum hayatında inananlara karşı da, inanmayanlara karşı da hoşgörülüdür. O inananlara düşkündür: “Ey inananlar! Andolsun ki, içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size çok düşkün, inananlara şefkatli ve merhametli bir peygamber gelmiştir.” (et-Tevbe, 9/128) O bu düşkünlüğü sebebiyle onların her türlü acıları ve sancıları ile sevinçlerini paylaşır, onlara danışırdı. İnsanların kusurlarını asla yüzlerine vurmaz, azarlayıp ayıplamazdı. Gördüğü yanlışlıklarda “galat-ı rüyeti” kendisine izâfe ederek : “Bana ne oluyor da bazılarınızı şu şu hallerde görüyorum” derdi.

Mescide bevl gibi tabiî ihtiyacını görmeye kalkışan bedeviye müdâhale etmeye kalkışanlara bile mânî olmuş ve “Bırakın hâcetini görsün” buyurmuş ve ardından o mahalli bir kova su döktürerek temizletmişti.

Gençliğin verdiği taşkınlık ve şaşkınlıkla kendisinden zinâ etmek için izin isteyen genci azarlayıp ayıplamak yerine iknâ yöntemini seçmişti. Gence “böyle bir fiilin annesine, bacısına, teyzesine vs. yapılmasından memnûn olup olmayacağını” sorarak gönlündeki bu meyli önce suâl ve iknâ ile, ardından nazar ve duâ ile ber-taraf etmiştir. (bk. İbn Hanbel, I, 256-257)

Ganimet taksimi sırasında insanları yararak yanına sokulup ridâsının yakalarından tutarak kendisini sarsan ve “Devemi ganîmet mallarıyla doldur, babanın malını vermiyorsun?” diye kendisini inciten bedeviye karşı da merhametle muâmele etmişti.

O, inanmayanlara karşı da höşgörülüydü. Kendisine yapılan haksızlıkları affederdi. Nitekim Necid gazvesinden dönerken bir ağacın altında istirahata çekilmiş ve kılıcını da ağacın dalına asmıştı. Allah Rasûlü’nü yalnız başına gören müşrik ağaçta asılı kılıcı kaparak: “Şimdi seni benim elimden kim kurtarır?” diye Ona doğru hamle yapmıştı. Allah Rasûlü öyle bir “Allah!” dedi ki müşrikin elinden kılıç düştü. Bu sefer soru sırası kılıcı eline alan şanlı nebîye gelmişti. Müşrik hemen afv dileyince Allah Rasûlü onu bağışlayıverdi. Çünkü Allah Teâla ona:“İnsanlarla ilişkilerinde hoşgörü ve kolaylık tarafını gözet, iyiliği emret ve cahillerden yüzçevir!” (el-A’râf, 7/199) buyurmaktaydı. Kendini ve Rabbini bilmeyen câhillerin ahmakça sözlerine, akılsızca işlerine, ahlaksızca davranışlarına aldırma, onlara aynıyla mukabele etmeye kalkışma! Bu âyetin tefsiri sadedinde vârid olan şu hadis-i şerif bu konudaki ölçüleri ortaya koymaktadır: “Faziletlerin en yükseği, seninle ilişkisini keseni senin arayıp sorman, seni mahrum bırakana senin ihsanda bulunman ve sana zulmedeni senin bağışlamandır.” (İbn Hanbel, Müsned, III, 438)

Bu âyetin inmesinden sonra Allah Rasûlü: “Öfke gerçekleşmiş iken insanın nasıl kendisine hâkim olup câhillerden yüz çevirebileceğini” söyleyince devamındaki şu âyet nâzil oldu: “Eğer şeytandan bir gıcık seni tahrik edecek olursa hemen Allah’a sığın. Muhakkak ki Allah işitir ve görür.” (el-A’raf, 7/200) Yâni şeytan sana emrolunduğun şeyin tersini yaptırmak üzere bir tahrik ve galeyan verecek olursa hemen Allah’a sığın. Nefsine hâkim ol!

-Devlet Başkanı Olarak Merhamet Ahlâkı:
Allah Rasûlü devlet başkanı olarak inananlara karşı da, inanamayanlara karşı da hoşgörülü ve merhametliydi. Mekke onun çok sevdiği yurduydu. Hem de çıkarılmasa, asla terk etmeyi düşünmediği yurduydu. O kendisini Mekke’den çıkaranları hattâ hicrette yakalamak üzere iken kumlara saplanan Süraka’yı, kendisini Mekke’den çıkartan Ebû Süfyan’ı ve eşi Hind’i, Hamza’yı öldüren Vahşî’yi vs. hep affetti. Ancak onun afv, musâmaha ve hoşgörüsü acz, zillet ve meskenet değildi, âlemşümûl vakarından ve merhametinden kaynaklanıyordu.

Müslüman izzet ve vakar sâhibidir. Allah Teâla: “İzzet, Allah’ın, Rasûlü’nün ve inananlarınındır. Fakat münâfıklar bunu bilmez.” (el-Münâfikun, 63/8) buyurur. Bu âyetin inmesine vesile olan Mustalık Gazvesi dönüşü yaşanan olaylardır. Münafıklar kuyu başında Müslümanlarla tartışmış ve münâfıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl “Medine’ye dönünce şerefliler şerefsizleri Medine’den çıkaracaklar” demişti. Bu tartışma sonunda İbn Selûl’un oğlu Abdullah babasını sözünü geri almaya zorlamış ve kan dökülmeye ramak kalmıştı. Allah Rasûlü büyük diplomasi ve hoşgörüyle Abdullah’ı babasını öldürmekten vazgeçirdi ve büyük bir fitneyi önledi.
Allah Rasûlü, bunu bir zillete rızâ göstermek için yapmamıştı. Medine İslâm toplumunda ortaya çıkabilecek fitneyi önlemek üzre yapmıştı. Devlet işinde duygulardan çok prensipler ve akıl önde olmalıydı.

Efendimiz’in, merhametinin gereği olarak bütün yaratıklara karşı şefkati ve bütün insanlığa afv ve hoşgörüsü sınırsızdı. Devlet başkanı olarak toplumun bütün kesimlerinin derdi Onun yüreğini kanatıyor ve ciğerini sızlatıyordu. Ona göre “Güneşin doğduğu yerde bulunan Müslümanın ayağına batan diken güneşin battığı yerdeki Müslümanın ayağını sızlatmalıydı.” Bu Müslümanın iman göstergesiydi.


Resim: flickr.com

.

20 Eylül 2010 Pazartesi

Günümüzde Hz. Peygamber (sav)'in Doğru Anlatılması Meselesi Üzerine Düşünceler

Doç. Dr. Adem Apak
SonPeygamber.Info Sitesi

Diyanet İşleri Başkanlığı'nın başlatmış olduğu ve her yıl Nisan ayında tertip edilen Kutlu Doğum Haftası etkinliklerinin gerek ülkemizde, gerekse yurt dışındaki Müslüman vatandaş ve soydaşlarımızda yoğun bir dinî atmosferin yaşanmasına sebep olduğu bir gerçektir. Her şeyden önce bu vesile ile insanımızın dinî hassasiyeti Ramazan coşkusunu andırır derecede canlanmakta ve bir haftalık süre içinde, İslam dininin topluma yansıyan yönü müstesna örneklerle sergilenmektedir. Memnuniyetle ifade etmek gerekir ki, hafta boyunca çeşitli sivil toplum kuruluşları da resmî programlardan ilham alarak Hz. Peygamber (as)'i tanıtıcı ve İslam dininin güzelliklerini topluma yansıtıcı mahiyette çeşitli faaliyetler düzenlemektedirler. Gün geçtikçe bu tür organizasyonların sayısı artmakta, nitelikleri de seviye kazanmaktadır.

Gerek Diyanet İşleri Başkanlığı'nın, gerekse sivil kuruluşların tertip etmiş oldukları Kutlu Doğum programlarının en önemli konusu şüphesiz Hz. Peygamber (as), O'nun din ve sosyal hayattaki örnekliği ile İslam dininin bütün insanlara müteveccih olan evrensel mesajlarıdır. Bu hususlar gereği gibi işlendiği takdirde, hem toplumumuzun din ve peygamber bilincinin artacağı, hem de yüce dinimiz İslam'ın mesajlarının bütün insanlığa ulaştırılacağı açıktır. Bu sebeple verilecek mesajların muhtevası kadar, bunların nasıl verileceği hususu da önem arz etmektedir. Bu makalede özellikle günümüz insanına Hz. Peygamber (as)'i nasıl takdim etmek gerekir sorusu etrafında bazı tespitler yapılmaya ve teklifler sunulmaya çalışılacaktır.

İslam dininin temel kaynakları Kur'ân ve sünnettir. Kur'ân vahyin mesajlarını, sünnet ise Hz. Peygamber (as)'in söz, fiil ve takrirlerini içerir. Sünnet bu yönüyle, Allah Rasûlü (sav)'nün İslam dinini hayata yansıtma faaliyeti bütünü olarak değerlendirilebilir. Bu sebeple İslam dininin anlaşılması, Peygamberin ve O'nun davranışlarının anlaşılmasıyla doğrudan ilgilidir.

Tarih boyunca Hz. Muhammed (sav)'in tanınması ve anlaşılması gayesiyle muhtelif coğrafya, kültür ve dönemlerde farklı tasavvurlar ve sunumlar geliştirilmiş ve zamanla bu konuda geniş bir literatür meydana getirilmiştir. Zamanımızda da Rasûlullah (sav)'ın hayatını yeniden okumak, düşünmek, anlamak ve anlatmak ihtiyacı artarak devam etmektedir. Zira zamanın değişmesiyle birlikte insanların anlayışları ve dünya görüşleri de değişmektedir. Bu değişimleri doğru olarak algılamak suretiyle, asrımız insanına son dinin tebliğcisini en gerçekçi bir şekilde tanıtmak, Müslüman aydınların öncelikli görevlerindendir.

Hz. Peygamber (as)'in doğru anlaşılması hususunda ilk adım, O'nun hayatının ve davranışlarının sağlam kaynaklardan sahih bilgilere dayanılarak ortaya konulması olmalıdır. Bu konuda öncelikli kaynak tabiî ki, ilahî kitap Kur'ân-ı Kerim'dir. Zira Kur'ân'da Hz. Peygamber (as) dönemindeki savaşlar, anlaşmalar, Yahudiler, Hıristiyanlar, münafıklarla ilişkiler, O'nun beşerî yönü, kendisine yapılan ilahî uyarılar vb. konularda bilgiler yer almaktadır. Hz. Peygamber (as)'in hayatının ve kişiliğinin tüm yönleri ve yaşadığı muhitin sosyo-kültürel yapısı hakkında geniş bilgiler ihtiva eden ikinci kaynak ise bizzat ondan rivayet edilen hadisler, daha geniş ifade edilecek olursa O'nun söz, fiil ve takrirlerini ihtiva eden sünnettir. Hadislerin rivayet ve dirayet tenkidinden geçirilmesinin yanında ayetlerin ışığında yeniden değerlendirmeye tabi tutulması önem arzetmektedir. Çünkü sonraki dönemlerde siyasî veya dinî saiklerle pek çok zayıf hadis delil olarak kullanılmış, hatta bazı itikadi-siyasi gruplar tarafından kendi görüşlerini desteklemek amacıyla hadisler uydurulmuştur.

Hz. Muhammed (sav)'in insanlara tanıtılmasında Kur'ân ve hadisten sonra müracaat edilecek üçüncü derecedeki bilgiler ise, siyer ve meğâzî kitaplarında yer alan ve tenkit süzgecinden geçmiş, daha da önemlisi ilk iki kaynaktaki esaslarla paralellik arz eden rivayetlerdir. Bu hususta gösterilecek hassasiyetin sebebi, Rasûlullah (sav)'ın doğru bilgilerle tanıtımının sağlanmasıdır. Kabul etmek gerekir ki, Allah Rasûlü'nün (sav) insanlara takdimi meselesi, zaman içinde genelde ilmî anlayıştan edebî anlayışa kaymış görünmektedir. Bunun sonucu olarak yazarlar ve özellikle de şairler -birçoğu da samimi niyetlerle de olsa- tarihte yaşayan peygamber yerine, hayallerinde canlandırdıkları peygamberi insanlara takdim etmişlerdir. Neticede Müslüman toplumlar peygamber tasavvurlarını genelde şairlerin tasvir ettikleri peygamberden ilham alarak oluşturmuşlardır. Tasvirlerin tarihî gerçeklere uyup uymadığı, sağlam kaynaklarca desteklenip desteklenmediği hususu umumiyetle ikinci plânda kalmıştır.

Müslüman şairlerin dizelerinde Allah Rasûlü (sav) sadece bir övgü (medh) konusu olarak görülmüştür. Şiirde övgü önemli bir temadır. Ancak Allah Rasûlü'nün (sav) sadece bu çerçevede ele alınması, insanlara bu zaviyeden takdim edilmesi O'nun tanıtılması açısından yanlış olmasa da, eksiktir. Örnek vermek gerekirse; Süleyman Çelebi'nin Mevlid'i edebî bir eserdir, hatta çağları aşıp hâlâ etkisini sürdürmesi sebebiyle bir şaheserdir. Ancak o bir siyer kitabı değildir. O'nu kendi kategorisinde değerlendirmek, siyer alanında bilgi kaynağı olarak görmemek gerekir. Ancak günümüzde de şahit olduğumuz gibi, bilhassa Kutlu Doğum etkinliklerinde edebî eserler merkezli bir peygamber sunumu öne çıkmakta, programlar şiir dinletileri ve menkıbevî siyer anlatımlarıyla doldurulmakta, zaman zaman da Hz. Peygamber (as)'i tanıtma faaliyeti duygu-yoğun söz ve müziklerle amacından sapmaktadır. Halbuki Hz. Peygamber (as)'i düşünerek öğrenmek ve tanımak esas olmalıdır. Zira Müslümanların Hz. Peygamber (as)'i tahayyüllerle değil, gerçek hâliyle anlamaya ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaç da ancak sağlam riyavet ve muhakeme ile ortaya çıkan doğru bilgilerle gerçekleşir. Kanaatimizce peygamberi tanıma ve sevme konusunda, insanların salt duygularına hitap eden, onları heyecana sevk eden övgü manzumelerinden ziyade, akletmeye, tefekküre götüren yol gösterici bilgilere müracaat etmek, bunları esas alan toplantı ve konferansların sayısını ve niteliğini artırmak gerekir. Aslında Hz. Peygamber (as)'i Allah övmüştür, O'nun kulların övgüsüne ihtiyacı yoktur. Asıl kulların, yani ümmetlerinin O'nu bütün yönleriyle ve en doğru bir şekilde tanıma ve anlamalarına gerek vardır. Dolayısıyla kullara düşen O'nu övme yarışına girmek yerine, doğru tanıma, anlama ve örnek alma çabası sarf etmek olmalıdır. Dolayısıyla edebiyat faaliyetlerinin (şiir, hikaye, piyes vb.) Peygamberin tanıtımında ve takdimindeki ehemmiyetini (hatta çocuklar ve gençler için zaruretini) kabul etmekle birlikte, Allah Rasûlü'nün (sav) tanıtımını da, hissî boyuttan daha fazla, akli temellerle gerçekleştirilmesinin zarureti dikkatten uzak tutulmamalıdır.

Günümüz insanının Hz. Peygamber (as)'i anlaması konusunda takip edilmesi gereken yollardan biri de, O'nun insanî-beşerî yönünün öne çıkarılarak takdim edilmesidir. Peygamberler ilahî tebliğin insanlara ulaştırılması için Allah tarafından seçilmiş müstesna şahsiyetlerdir. Onlara diğer insanlarda bulunmayan mucize, ismet sıfatı gibi beşer üstü özellikler verilmiştir, üstelik bunlar aynı zamanda peygamberliğin şartlarındandır. Ancak bununla birlikte onlar her şeyden önce birer insan olarak kabul edilmişlerdi ki, bizzat kelime-i şehadetin muhtevası bu hususu açık bir şekilde gösterir. Kur'ân'da da ifade edildiği gibi (İsra, 95; Enam, 9), insanlara gönderilecek bir elçinin ancak insan olması lüzumu vardır. Aksi takdirde insanların kendileri dışındaki bir varlığa (melek) tabi olmaları ve O'nun gibi davranış geliştirmeleri mümkün değildir. Bu değerlendirmelerden yola çıkarak günümüz insanına, Hz. Peygamber (sav)'in insani yönünü belirginleştiren bir sunum yapılması, başka bir ifadeyle Allah Rasûlü'nün (sav) peygamber olmakla birlikte, bir insan olarak tanıtılmasının gereğini vurgulamak gerekir.

İslam tarihi kaynaklarının önemli bir kısmında Hz. Peygamber (as)'in hayatının olağanüstü boyutta aktarıldığı ve genelde mucize merkezli bir peygamber takdiminin yapıldığı görülür. Örnek vermek gerekirse, hicret hadisesinden bahsedilirken öne çıkan hususlar Sevr Mağarası etrafındaki gelişmeler, yolculuk esnasındaki olağanüstü gelişmeler ile Süraka olayı öne çıkarılır. Halbuki bunlar hicretin mahiyeti ve önemi bahsinde esas konular olmadıkları gibi, hicretin gerek İslam tarihi, gerekse dünya tarihi açısından dönüm noktası olması yönünü geri plâna iter rivayetlerdir. Bu durum son peygamberin evrensel mesajının gerçek yönüyle anlaşılmasını da gölgeleyebilir. Kaynaklarda olağanüstü bir peygamber takdimi yapılmasında, insanların peygamberi ulaşılamaz bir varlık kabul etmelerinin ve özellikle de Hz. Peygamber (as)'in vefatından sonraki dönemlerde farklı din mensuplarıyla girişilen peygamber tartışmalarının etkisi mutlaka vardır. Ancak olağanüstü özellikleri öne çıkarılan ve mucize merkezli olarak sunulan bir peygamberin, insanlar tarafından örnek alınması ihtimali de ortadan kalkabilir. Çünkü insanlar tamamen beşer üstü hususiyetlerle bürünmüş bir insanı davranış geliştirme ve kendilerine model alma konusunda aciz kalacaklarını ifade edecekler, bu hususta mazur sayılmayı isteyeceklerdir. O zaman, bunun yerine, Peygamberin, vahyin tebliğcisi olmasının yanında beşerî vasıfların hemen tamamını üzerinde barındıran bir insan olduğu bilgisi ve fikrinin öne çıkarılması, O'nun insan olarak örnek alınacak pek çok hususiyete sahip olduğunun vurgulanması insani davranışlarının örneklenmesi, Müslümanları/insanları, O'nu tanıma ve O'nun davranışlarını kazanma yönünde ikna ve teşvik edecektir. Bu bahiste örnek vermek gerekirse, Allah Rasûlü (sav) insan olması hasebiyle, bir çocuktur, bir eştir, bir babadır, bir komşudur, bir komutandır, bir liderdir; özetle ortalama bir insanın pek çok konuda kendisiyle paralellik kurabileceği özellikleri haiz bir beşerdir. Bu durumda bilhassa Müslümanların peygamber sıfatıyla birlikte beşeri özellikleri de şahsında barındıran bir Peygamberi örnek almaları ve O'nun gibi davranmaları pekala mümkün olur.

Burada şunu açıkça ifade etmek gerekir ki, Hz. Peygamber (as)'in günümüz insanına tanıtılmasında, başka bir ifadeyle, zamanımızda Allah Rasûlü'nün (sav) anlaşılmasında O'nun insanî yönünün ön plana çıkarılması demek, ilahî tarafının, gösterdiği mucizelerinin geri plâna alınması, kısacası O'nun risalet yönünün ikinci dereceye çekilmesi anlamına gelmez. Müslümanlar için şu mutlak bir gerçekliktir ki, Hz. Muhammed (sav) kendisine vahiy gelen, gerçekleştirdiği dönüşümün stratejisini ve içeriğini ilahî vahyin belirlediği, başarısının temelinde de vahyin bulunduğu bir şahsiyettir, son peygamberdir. Vahyin en açık işareti olan Kur'ân da O'nun en büyük mucizesidir. Hz. Muhammed (sav)'in hayatı veya hayatından bir kesit sunulurken mutlaka O'nun nitelikleri ve davranışında vahye, vahyin rolüne işaret edilmelidir. Bizim yukarıda kastetmeye çalıştığımız husus, günümüz Müslümanları ve insanlığı için Hz. Muhammed (sav)'in takdiminde, peygamberlik ile insani yönden hangisinin önemli ve öncelikli olduğu meselesi değil, konunun sunumunda meselenin pratik ve güncel boyutudur. Esasında Hz. Peygamber (as)'in günümüz insanına tanıtılmasında öncelikli olarak Kur'ân ve sahih hadisin temel alınması gerektiği şeklinde yukarıda ortaya konulan düşünce, vahyi ve peygamberliği açık bir şekilde meselenin merkezine koymaktadır.

Hz. Muhammed (sav) son peygamber ve âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. O'nun mesajı belli bir bölgeye veya millete değil, bütün insanlığadır. Öyleyse O'nun mesajlarını bütün insanlığı içine alacak şekilde ele almak, O'nu evrensel mesajlar çerçevesinde insanlara tanıtmak gerekir. Allah Rasûlü (sav), İslam medeniyetinin üzerine inşa edildiği değerler sistemini hayata geçiren, onlara dinamiklik kazandıran bir şahsiyettir. O'nun bu özellikleriyle sunulması, çağımızda kimlik bunalımı yaşayan Müslümanlar ve tüm insanlık için büyük ehemmiyet arzeder. Ferdî ve ictimai düzeyde hayatı anlamlandıran, kimlik, kişilik oluşturan, güven ve dinamizm kazandıran, özetle medeniyetin çerçevesini çizen ana unsur değerler sistemidir. İslam medeniyetinin üzerine inşa edildiği inanç, aile, sevgi, saygı, doğruluk, adalet, eşitlik, dayanışma, çalışma, cömertlik, dostluk, merhamet, iyilik, tevekkül, hoşgörü, barış gibi belli başlı değerler ise Hz. Peygamber (as) tarafından en güzel şekilde hayata geçirilen, Müslümanlara ve tüm insanlığa örnek olarak sunulan evrensel değerlerdir. İslam medeniyetinin oluşum ve gelişme aşamalarında bu değerler Müslümanlara ruh vermiş ve bu ruh, zamanla eserlere ve kurumlara yansımıştır. Bu değerler merkezinde tanıtılan Hz. Peygamber (as), şüphesiz hem Müslümanlar için, hem insanlık için en büyük rehber olma özelliğini güçlü bir şekilde devam ettirecektir.

Hz. Peygamber (as)'in günümüz insanına tanıtılması ve O'nun doğru bir şekilde anlaşılması konusunda yapılması gereken öncelikli adım, bilhassa topluma önderlik yapan her meslek ve her gruptan insanı tatmin edebilecek nitelikli siyer eserlerinin neşredilmesidir. Üzülerek ifade etmek gerekir ki, bu bahiste meselenin esasından haberdar olmayan bazı ehliyetsiz şahısların uzman olmadıkları konularda kalem oynattıkları ve niteliksiz eserler verdiklerine sık sık şahit olmaktayız. Bilhassa geçen yıl gündeme gelen karikatür krizinden sonra bu ve benzeri faaliyetler daha da artmıştır. Bu tür girişimlerin menfî taraflarını en aza indirmenin yolu, siyer alanının mütehassısı konumundaki ilim adamlarının çeşitli yönlerini ele alarak nitelikli ve yetkin siyer kitapları kaleme almalarıdır. Yayımlanacak bu eserler sadece Müslümanlara hitap eden bir kitap olmanın ötesinde, başka din ve kültür mensuplarıyla da buluşabilecek bir metod ve muhtevaya sahip olmalıdır. Özellikle inanç kültürlerinde "Yaratıcı" ve "Peygamberlik" itikadı bulunan toplumlara, Hz. Peygamber (as)'in ve O'nun evrensel mesajının rahatlıkla sunulması bu şekilde mümkün olacaktır. Şayet bu görev ihmal edilir, sadece içe dönük hatta hissî saiklerle siyer yazılmaya ve salt roman-şiir gibi edebî formlarda peygamber takdimi yapılması sürdürülürse, bütün insanlık ve özellikle de Müslüman ülke aydınları, Hz. Muhammed (sav)'i sadece müsteşriklerin kitaplarından ve onların peygamber tasavvurlarından tanımaya devam edeceklerdir ki, bunun sorumluluğu her şeyden önce Müslüman münevverlerin/araştırmacıların üzerine olacaktır.

5 Eylül 2010 Pazar

Kadir Gecesi ve Kur'an-ı Kerim

Lütfi Şentürk
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
Diyanet Dergisi, s. 97



Ramazan-ı Şerifin 27. gecesi İslam dünyasında "KADİR GECESİ" olarak bilinir ve kutlanır.

Kadir gecesi, gecelerin en feyizlisidir. Çünkü bu gecede yapılan ibadet, içinde kadir gecesi bulunmayan bin ayda yapılan ibadetten daha hayırlıdır. Nitekim aynı adı taşıyan sure-i celilede şöyle buyurulmaktadır.

“Doğrusu biz Kur'an'ı kadir gecesinde indirmişizdir. Kadir gecesinin ne olduğunu sen bilir misin? Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır. Melekler ve Cebrail o gecede Rablerinin izniyle her türlü iş için inerler. Gece tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir.”

Zaman ve mekanlar kendilerinde meydana gelen büyük ve önemli olaylarla değer kazanırlar. Kadir gecesi hayırlarla dolu olayların meydana geldiği bir gecedir. Çünkü bu gecede kadri yüce bir kitap olan Kur'an-ı Kerîm inmeye başlamıştır. Kur'an-ı Kerîm gibi insanlık için bir hidayet rehberi olan kitabın böyle bir gecede inmesi ona müstesna bir şeref kazandırmış, kadrini yüceltmiştir.

Allah tarafından Cebrâil aleyhi's-selâm adındaki melek aracılığıyle peygamberimize vahyolunan, onun hayatında tamamen yazılıp tespit edilen ve daha sonra da mushaf haline getirilen Kur'an-ı Kerîm, peygamberimize vahyolunduğu gündenberi hiçbir değişikliğe uğramadan nesilden nesile geçerek bize kadar gelmiştir. Bu özelliği taşıyan, yani ilk nazil olduğu şekilde bir kelime eklenmeden ve bir kelime eksilmeden günümüze kadar gelen tek kitap hiç şüphe yok ki Kur'an-ı Kerîm'dir. Çünkü onun her türlü değişiklikten korunacağını Cenâb-ı Hak va'd buyurmuştur. Hicr sûresinin 9. âyetinde meâlen: “Doğrusu Kur’anı biz indirdik, onun koruyucusu da biziz" buyurulmuştur.

Kur'an-ı Kerîm, eşi olmayan bir kitaptır. Çünkü o, insan sözü değil, Allah kelâmıdır. Lafzı da manası da Allah'ındır. Peygamberimiz sadece onu insanlara tebliğe vasıta olmuştur.”

Bakara sûresinin 97. ayetinde şöyle buyurulmuştur: "De ki her kim Cebrâil'e düşman ise bilsin ki o, Kur’an’ı Allah'ın izniyle, kendisinden öncekini tastik ederek yol gösterici ve mü'minlere müjdeci olarak, senin kalbine indirmiştir". Yani o, senin değil, Allah'ın sözüdür. Cebrâil aleyhi's-selam da onu indirmeye memurdur.

Kur'an-ı Kerîm, kendisinin Allah tarafından vahyedilmiş olduğunu bildirmiş, bunda şüphesi olanları ona benzer bir eser meydana getirmeye çağırmış, bunun başarılamıyacağını da haber vermiştir. İsrâ sûresinin 88. ayetinde: “De ki, insanlar ve cinler birbirine yardımcı olarak bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak için biraraya gelseler, andolsun ki yine de benzerini ortaya koyamazlar” buyurmuştur.

Bakara sûresinin 23. ayeti de meâlen şöyle: “Kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur’an'da şüphe ediyorsanız, siz de onun benzeri bir sûre meydana getirin; eğer doğru sözlü iseniz Allah'tan başka güvendiklerinizi de yardıma çağırın".

Kur'an-ı Kerîm, Arapların şiir ve hitabette doruk noktasında oldukları bir devirde nazil olmuştur. Mekke müşrikleri, Kur'an'ın gönülleri aydınlatan nurunu söndürmek için, "Bu Kur'an'ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın, belki galip gelirsiniz" demeye varıncaya kadar her çareye başvurdukları halde onun bir tek sûresinin benzerini vücuda getirememişler, bu yüzden silaha sarılmak zorunda kalmışlardır.

Kur'an-ı Kerîm’in İngilizce mütercimlerinden Palmer, tercümesinin başına koyduğu önsözde şöyle demiştir: "En güzide Arap yazarları değer itibariyle Kur'an'a eş olabilecek bir eser yazamamışlarsa hayret edilmemelidir. Çünkü Kur'an, nazire yapılamayacak tek eserdir".

Kur'an-ı Kerîm, İslâmiyetin ana kitabıdır. Dinin esasıdır. Dinî hükümlerin dayanağı olan dört delilin birincisidir. Bütün dinî esasları ihtiva eden Kur'an-ı Kerîm, semavî kitapların da özetidir. İtikadî, ahlâkî, amelî, ictimaî her bakımdan insanı ve insan topluluklarını maddî manevî mutluluğa ulaştıracak her şeyi bildirmiştir. Nahl sûresinin 89. ayetinde meâlen şöyle buyurulmuştur:

"Ey Muhammed, sana, her şeyi açıklayan ve müslümanlara doğruyu gösteren bir rehber, rahmet ve müjde olarak Kur'an'ı indirdik".

Kur'an-ı Kerîm, insanlar için bir hidâyet kaynağı olarak gönderilmiştir. Bu husus, önemine binâen birçok ayette sık sık tekrarlanmıştır. Bu ayetlerden birisi de İsrâ sûresinin 9. ayetidir, meâlen şöyledir:

"Doğrusu bu Kur'an, en doğru yola hidâyet eden ve yararlı işler yapan mü'minlere büyük ecir olduğunu, ahirette inanmayanlara yakıcı bir azap hazırladığımızı müjdeler".

Kur'an-ı Kerîm'in ilk sûresi olan Bakara süresinin ilk ayetlerinde de, Kur'an'ı Kerîm'in Allah'a karşı gelmekten sakınanlara hidâyet eden, yol gösteren bir kitap olduğuna dikkat çekilmiştir.

Kur'an-ı Kerîm, son semavî kitap olarak gönderildiğinden talimatı da bütün insanlığı içine alacak şekilde geniştir.

Kur'an-ı Kerîm, herşeyden evvel Allah'ın varlığını, birliğini, O'nun yüksek sıfatlarını, yaratıklara olan rahmet ve mağfiretinin genişliğini tesbit ve talim eder. Batıl ve sapık akîdeleri, putperestliğin her çeşidini reddeder. İnsanları yükselten en önemli ve ölmez prensipleri ortaya kor.

Kur'an-ı Kerîm, aile hayatı ile karı ile kocanın karşılıklı hak ve vazifelerinden milletlerarası münasebetlere; selâmlaşmaktan evlere izin alarak girme adabına varıncaya kadar sosyal hayatın bütün kurallarını gösterir; en yüksek en güzel ahlâk prensiplerini öğretir.

Kur'an-ı Kerîm, insana büyük değer verir. İnsanın en güzel sûrette yaratıldığını, yaratıkların en şereflisi olduğunu, ondan başka kâinatta her ne varsa hepsinin emrine âmâde bulunduğunu açıklar. Onun onurunu kıracak, kalbini incitecek davranışları yasaklar.

Kur'an-ı Kerîm; zina, fuhuş, sarhoşluk, adam öldürmek, yalan söylemek, iftira etmek, haksızlık yapmak, israf etmek, hıyanette bulunmak, gıybet etmek ve toplumu birbirine düşürecek şekilde bozgunculuk yapmak gibi toplumu temelinden sarsan kötülükleri yasaklar.

Kuran-ı Kerîm, daima ilerlemeyi emreder. "Babamızdan böyle gördük" diyerek, akıl ve ilim ile açıklaması mümkün olmayan alışkanlıklardan, ayrılmak istemiyenleri ayıplar, körü körüne taklidi reddeder.

İlk inen âyeti "Oku" diye başlayan Kur'an-ı Kerîm, daima ilme teşvik eder. Fenne ve müsbet ilimlere karşı asla tavır almaz. Akla ve düşünceye müstesna yer verir.

Kâinat ve ondaki yaratılış inceliklerini düşünmeye davet eder. "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" diyerek ilmin üstünlüğünü vurgular.

Hulâsa Kur'an-ı Kerîm, insanı dünya ve ahirette mutlu kılacak, Allah Teâlâ'nın rızasını kazandıracak herşeyi ihtiva eden bir Kitab-ı Mübîn'dir. Böyle bir kitabı rehber edinen yanılmaz. O’na sımsıkı sarılan sapkınlığa düşmez, O’nun gösterdiği yoldan yürüyen şaşırmaz ve O’nu okuyanın ecri az olmaz.

Kur’an-ı Kerîm'in inmeye başladığı böyle mübarek bir gecede yapacağımız ibadetlerden birisi de Kur’an okumak ve anlamı üzerinde düşünmektir. Çünkü Kur’an-ı Kerîm Cenâb-ı Hakk’ın insanlığa son mesajıdır. O’nun iyi anlaşılması ve uygulanması halinde insanlık mutlu olacaktır.

Bu duygularla okuyucularımızın kadir gecelerini tebrik ediyor, daha nice kadir gecelerine sağlıkla erişmemizi ve bu gecenin dünyanın pek çok yerinde haksızlığa ve saldırıya uğramış müslüman kardeşlerimizin kurtuluşlarına vesile olmasını Cenâb-ı Hak'tan diliyorum ve gecenin fazileti ile ilgili bir Hadîs-i Şerif'in meâliyle bitiriyorum.

"Kim kadir gecesini, faziletine inanarak ve alacağı ecri hesaba katarak, ibadetle ihya edecek olursa geçmiş günahları bağışlanır".

http://www.diyanet.gov.tr/turkish/diyanet/ocak1999/kadir.htm

Related Posts with Thumbnails

En çok ilgi görenler

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı