5 Kasım 2011 Cumartesi

Marifet Meydanı Olarak Arafat

05 Kasım 2011
Netgazete.com

MEKKE -İHA- Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez Mekke'de, Arafat vakfesi öncesinde hacı adaylarına seslendi.

Öğleden sonra Arafat'ta vakfeye duracak olan Türk hacı adaylarına hitap eden Görmez, "Allahın misafirleri aziz kardeşlerim. Bizleri herşeyden önce mübarek, mukaddes Arafat meydanında yüce huzuruna kabul eden Allahmıza sonsuz hamdü senalar olsun. Bize beytine misafir olarak kabul etme lütfunda, kereminde, ihsanında bulunan yüce Rabbimize nihayetsiz şükürler olsun" diyerek konuşmasına başladı.


Görmez, "Cennetini yitirdikten sonra bu meydanda yüce Rabbimize iltica eden Hazreti Adem'e, Hazreti Havva'ya selam olsun. Başlı başına Allah'a sadakatin timsali olan bir ümmet olan İbrahim aleyhisselama, Allah'a yakınlığın ve teslimiyetin timsali olan İsmail aleyhisselama selam olsun. Hacer validemize selam olsun. Adem'in yakarışını, İbrahim'in sadakatini, İsmail'in teslimiyetini, bize hayat veren bir bayrama dönüştüren efendiler efendisi Muhammed Mustafa "sallallahü aleyhi ve sellem'e salat ve selam olsun. Veda Hutbesi'ni burada irad eden Muhammed aleyhisselama, bütün peygamberlere, bütün müminlere selam olsun. Salatü selam, tahiyyatü ikram, her türlü ihtiram Ona, Onun aline, ashabına olsun. Dünyanın dört bir yanından Beytullahın sahibine misafir olmak için gelen, dilleri, ırkları, ülkeleri farklı, fakat imanları, duyguları, coşkuları aynı olan ak kefenler içinde Arafat meydanını dolduran bütün kardeşlerimize selamlar olsun" dedi.

"HACI OLMAK BÜYÜK BİR SINAVDAN, DERİN BİR ÇİLEDEN GEÇİP AZGIN BİR ATEŞLE PİŞEREK EŞSİZ BİR TANIKLIĞIN KIYISINA VARMAKTIR"
"Allah'ın beytini ziyaret etmek, Beyt'in Rabbine manen iltica etmek, O'na vasıl olmak, Allah Resulunun doğup büyüdüğü, tevhid mücadelesi verdiği bu kutsal topraklarda İslamın canlı tarihini yaşamak, hac etmek üzere mesafeler kat ederek buralara geldiniz" diyen Görmez, "Ancak şunu bilmelisiniz ki, hac etmek, hacı olmak sıradan bir olay değildir. Hac etmek, hacı olmak büyük bir sınavdan, derin bir çileden geçip azgın bir ateşle pişerek eşsiz bir tanıklığın kıyısına varmaktır. Hac, büyük bir niyetin karara, büyük bir kararın, büyük bir eyleme dönüşmesidir. Hac, kalbin en büyük eylemi, bütün ibadetleri içinde mündemiç büyük bir ibadettir. Hac, kulun Allah'a verdiği en büyük sözdür. Allah ile yapılan bir ahidleşme, Allah ile varılan büyük bir misaktır. Haccın her farzı, her rüknü, her menasiki Rabbimize verdiğimiz ruhi, kalbi, fiili bir sözdür" şeklinde konuştu.

Görmez, "Kardeşlerim, bizler hacca niyet etmekle, yer yüzünde en büyük gayemizin, Rabbimizin rızası olduğunu ilan ettik. Bunu söz olarak verdik. Rabbim sana geliyoruz dedik. Sadece ve sadece O'na iltica edeceğimizi söz verdik. İhramı kuşanmakla biz, renksiz, dikişsiz, rozetsiz, bayraksız, ihramı giymekle, helal, haram dairesinden çıkmayacağımıza,şimdiye kadar kıymet ölçüsü olarak bildiğimiz hiçbir şeye ama hiçbir şeye, servete, makama, mevkiye, milliyete, cinsiyete, beşeri unsurlara değer vermeyeceğimize, en büyük şanın, şerefin, değerin, izzetin Rabbimize kul olmakta olduğunu ilan ettik" dedi.

Görmez konuşmasına şöyle devam etti:
"Kardeşlerim, bizler mikat ile vaktimizi kuşanmaya ve Rabbimizle olan vakitleşmelere, muahedelere sadık kalacağımıza söz verdik. Mikattan itibaren, dilimizden düşürmediğimiz telbiye, bu sözün, bu ahdin, bu misakın ikrarıdır. O'ndan başkasına Lebbeyk ile yönelmeyeceğimizi hamdin, nimetin, mülkün yegane sahibinin Rabbimiz olduğunu ikrar ve ilan ettik.

Kardeşlerim, Allah'ın evini, Kabe'yi solumuza alarak kalbimize O'na yakın kılarak yaptığımız sevaplarımız, kalblerimizin yegane kıblesinin Rabbimiz olduğunu ilan etmektir. Safa ve Merve arasında say'imiz, Hacer validimiz misali, beşeri olandan ilahi rahmete koştuğumuz abı hayatın, Rabbimizin elinde olduğuna inandığımızın haykırışıdır."

"ARAFAT MARİFET MEYDANIDIR. MARİFETULLAHA ERME ÇABASIDIR"
Görmez, "Kardeşlerim, bugün şimdi yolumuz uzaklaşa uzaklaşa Kabetullaha geldi, Kabe'nin sahibine yakın olma adına Arafat'a düştü. Beytinden kendisine yönelmek, iltica etmek adına Arafat'tayız. Arafat önce kendini bilme, kendini bulma, kendini tanıma çabasıdır. Tek muradımız, kendini bilen, Rabbini bilir hükmünce kendimizi tanıyıp Rabbimizi tanımaktır. Arafat marifet meydanıdır. Marifetullaha erme çabasıdır. Arafat irfan meydanıdır. Arif olmaya, hakikati bilmeye, tanımaya, anlamaya karar vermektir Arafat.

Arafat itiraftır. Günahlarımızı itiraf etme yeridir. Bütün günahlardan sıyrılıp gözyaşlarıyla arınmaktır. Arafat tearüftür, tanışmaktır, ayrılıkları kalblerden silip tanışmak, iyilik ve takva yolunda yarışmak, gönüller arasında eşitlik ve kardeşlik köprüleri kurmaktır. Arafat bir mahşerdir. Ölüm elbisesini giymiş, sorguya hazır vaziyette yüce yaratıcıya yönelmek için toplanmaktır" dedi.

"ARAFAT, İNSANLIĞA KANA BULAYAN, İKİ DÜNYA SAVAŞI ÇIKARAN IRKÇILIĞA VE HER TÜRLÜ AYRIMCILIĞA KARŞI BİR DURUŞTUR"
Görmez, "Arafat'taki ibadetimiz vakfedir. Öğle namazından sonra hep birlikte vakfeye duracağız Allah'ın izniyle. Vakfe bir duruştur. Sizin buradaki duruşununuz, kadını ile erkeği ile, milyonlarca kardeşiniz ile ak kefenler içinde vakfeye duruşunuz, dünyamızı ateşe veren, insanlığı kana bulayan, başımıza iki dünya savaşı çıkaran ırkçılığa ve her türlü ayrımcılığa karşı bir duruştur" şeklinde konuştu.

Görmez konuşmasını şöyle sürdürdü:
"Sizi gören bütün insanlar, ırk ayrımı yaptığına, insanların teninin rengine göre yüceltip aşağıladığına, cinsiyetine göre değerlendirdiğine utanacaklardı. Sizin bu duruşunuz Resul-i ekremin hala Arafat meydanında yankılanan, "Hepiniz Ademdensiniz. Adem de topraktandır" sözünün tahakkukudur. Sizin buradaki duruşunuz, zalime karşı mazlumun yanında bir duruştur. Sizin buradaki duruşunuz hakkın, hakikatin, adaletin, iyinin, doğrunun, sevginin, yetimin, miskinin, mazlumun, mağdurun yanında bir duruştur.

Arafat bir diriliştir. Arafat dirilişimizdir. Arafat'a bugün ölmeden önce öldüğümüzü, dünyanın oyun ve eğlencesini terk edip, dirilişe doğru kutlu bir yolculuğa çıktığımızı fark ettik. Buradaki varlığınız şeytan ve yoldaşlarını mutsuz edecektir. Buradaki duruşunuz şeytana ve kötülüklere karşıdır. Bundan böyle hep şeytana karşı duracaksınız, bütün kötülüklere karşı haykıracaksınız. Siz ete, kemiğe bürünmüş bir barışsızınız.

Ey Arafat sakinleri, Ey Allah'ın misafirleri, kitabın hak olduğunu, Muhammed Mustafa'nın haklı olduğunu ispatliyor varlığınız. Allahın bir olduğu hakikatine kalıbınızla, varlığınızla imza atıyorsunuz. Yüzlerinizdeki ışıltılarla, göz yaşlarınızla şahitsiziniz Muhammed Mustafa'nı davasının hak olduğuna. Ne güzel nasiptir bu. Ne şanlı duruştur bu! Onun yerinde siz duruyorsunuz. Peygamber'in yerindesiniz, eshabın yerinde duruyorsunuz. Adem babanızdan kalan boşluğu dolduruyorsunuz. İbrahimin çağrısına cevap olarak ete kemiğe büründünüz. Bize kardeşlerim diye hitap eden, bizi özleyen Hazreti Peygamber'in hasretini gerçekleştiriyorsunuz. Ne mutlu size, ne mutlu size!

Sevgili kardeşlerim, burayı bizden önce şenlendiren Resuli Ekrem ve sahabelerin izindeyiz şimdi. Veda Hutbesi ile bize seslenen merhamet Peygamberi'nin 'kardeşlerim' hitabını hak edecek miyiz? Burada yankılanan o sesi bir kez daha duymaya çalışın. Buradan ayrılırken, Onun terk etmemizi istediklerini de terk edelim! Ardımızda bırakalım kin ve nefreti, ayağımızın altına alalım, yığmayı, biriktirmeyi, cimriliği. İnsan onurunu zedeleyen gıybet ve dedikodular arkamızda kalsın. Irkçılık ve hased, ayrımcılık ve nefret geride kalsın. Bize emanet edilen kadınlarımıza nezaketle davranmayı öğrenerek dönelim buradan. Öylece gidelim şeytan taşlamaya. Attığınız her taş içinizdeki bir kötülüğü şeytana iade etsin. Şeytan ile aramızı açalım. Tavır alalım şeytanın yoldaşlarına, öylece atalım taşlarımızı. Ümit dirilsin içimizde, ümitsizlik ölsün, nefret ölsün yüreğimizde, sevgi yaşasın. Kibirler küçülsün, büyüklenmeler yok olsun, tevazu ayağa kalksın, yürüyelim kardeşlerim, öylece yürüyelim. Peygamberlerin yürüdüğü bu yolda Onların yerinde yürüdüğümüzü, Onların yerine yürüdüğümüzü bilerek yürüyelim. Peygamberlerin getirdikleri değerlere yürüyelim. Mina'ya akarken durulmuş bir nehir gibi akalım. Rahmet denizi bizi bekliyor, yuvaya dönüyoruz. Dönerken Rahmet tepesinden avuç avuç rahmet taşıyalım hanelerimize, çocuklarımıza, sevdiklerimize Arafat'tan avuç avuç marifet taşıyalım, ülkemize, dünyamıza. Mina'dan sevgi, muhabbet taşıyalım bütün insanlığa.

Yarın, Allah izin verirse geceden itibaren akın akın Müzdelife'ye gideceksiniz. Kur'an-ı kerimin ifadesiyle "insan seline kapılıp yola akacağız" devam edeceğiz. Telbiye getireceğiz. Yarın beyaz güvercinler misali Meşari hareme doğru uçma zamanıdır. Arafat'ta gündüz kaldık, Meşari hareme yolculuk gece ve karanlıkta olacak. Sınav hala devam ediyor. Taşları Meşari harem toprağından bizzat kendi ellerimizden toplayacağız. Taş topraklarken elimizle yaptıklarımızı düşüneceğiz. Hayatım, mız bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçecek. Gecenin karasında, kalblerin karasını aklamak için kendimizi unutup, Rahmana yöneleceğiz. Günahlarımız ve pişmanlıklarımız için bir taraftan tövbe ederken, bir taraftan da onları def etmek, taşlamak üzere Mina'yı arzulayacaksınız. Gece boyunca Müzdelife'de kalırken, bakışlarınızı afaktan enfüse çevirmeniz gerekecek. Kulağınızda Resuli ekremin Veda Hutbesi'nden şu sözler tekrar yankılanacak, "Hepiniz Ademdensiniz. Adem de topraktandır."

Mina'da cemerat var, şeytan taşlama var. Mina zaten aşırı istek, arzu demektir. Günün ilk ışıklarının gecenizi ve gündüzünüzü aydınlatmasıyla mahşerin kalabalığına karışma zamanı gelecek. Müzdelife'nin zahidi iken, Mina'nın mücahidi olacaksınız. Yorgun bedenlere, çökmüş omuzlara, yaklaşan bayram sabahının muştusu imdat edecek. Göreceksiniz ki gece ay hac ediyordu, gündüz güneş hac ediyor. Mina emniyet mekaknı, sınavın sonucunu alacağınız mekandır. Sakın o atmak için topladığınız taşları, sadece taş sanmayınız. O taşlar sizin bugüne kadar biriktirdiğiniz kusurlarımız, günahlarımız, kötülüklerimizdir, şimdi o taşları atarken, hem şeytanı, hem de kendi kötülüklerimizi taşlamış olacağız. Şeytanı ve kötülükleri uzaklaştırırken, Rabbimize yakınlığı, kurbiyeti elde edeceğiz. Bu kurbiyeti kurbanla pekiştireceğiz inşallah. Mina bayram sabahıdır. Kurtuluş günüdür. Gözleriniz bedeniniz yorgun. Ama kalbiniz dip diridir. Nefsin kötülüklerinden, dünyanın gelip geçiciliğinden, esaret zincirlerinden kurtulmak için şeytanı taşladıktan sonra, Kabeyi tavaf edecek, Safa ile Merve arasında say edeceksiniz. Artık bu sizin için bir bayramdır. Bayram günü, müminlerin diriliş günüdür. O gün, hacı olduğunuz gündür. Bayrama kavuştuğunuz için kurban keseceksiniz. İhramda iken bir otu koparmak yasaktı. Şimdi Allah'a bağlılığın gereği, bir canlıyı kurban edeceksiniz. Kurban ettiğin deve, koyun değil, heva ve hevesiniz, şehvetiniz, iradenizdir. O'nun rızası için hepsini kurban etmelisiniz ki, bayramı yüreğinizde yakınlığı özbenliğinde hissedebilesiniz. Çünkü bu bayram yakınlık bayram. Bu bayram kurbiyet anıdır. Önce taş atacaksınız. Attıkça paklanacaksınız. Bu bir sınavdır. Sonra bir baş kurban edecesiniz. Can sınavından geçecesiniz. Daha sonra tıraş gelecek. Sembolik olarak kendi varlığınızın bir parçasını da kurban edeceksiniz. Kurban bayramı, haccın anlamını yaşayanların bayramıdır. Velev ki, çok uzak coğrafyalar da olsa bile, sizler burada bu yakınlaşmayı yaşayanlar, kazandığınız güzellikleri gittiğiniz yerlere taşıyacaksınız. Gittiğiniz yerlere taşıyacaksınız. Kendi mekanlarınızda manevi bir kan dolaşımına sebep olacak tertemiz kanlar olacaksınız.

Damarlarda dolaşan tap taze kan, daha sonra kimi hacılara hicran yolu, kimilerine hasret yolu gözükecek. Kimi hacılara ise hicret yolu... Allah hicretinizi kabul etsin! Allah haccınızı mebrur etsin! Allah bayramımızı mübarek etsin! Allah haccınızı mebrur etsin! Allah say'inizi meşkur etsin! Kutlu olsun, mübarek olsun! Bütün Arafat'ın sakinlerine selam olsun, Allah'ın selamı rahmeti, bereketi, hepinizin, hepimizin üzerine olsun!".



14 Ekim 2011 Cuma

Bir Huzur Çeşmesi: Tefviznâme


Zübeyir SELİM

Yıl 2000... İstanbul Küçükyalı'da acemi birliğinde askerim. Koğuş nöbetim sebebiyle bir gündüz vakti koğuştayım. Koğuşta bir de hasta arkadaş var, yatıyor. Ben bir o yana, bir bu yana gidip geliyorum. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri'nin meşhur Tefviznâme'sinden bir bölümü tekrarlayıp duruyorum:

"Hakk şerleri hayreyler.
Zannetme ki gayreyler.
Ârif ânı seyreyler.
Mevlâ görelim neyler.
Neylerse güzel eyler."

Ben bu mısraları tekrar edip dururken, hasta arkadaşın âniden yerinden doğrulmasıyla kendime geldim. Ne olduğunu anlamaya çalışırken, arkadaşım okuduğum şeyi, bir daha yavaşça ve sesli bir şekilde tekrarlamamı istedi. Dediğini yaptım; devamından birkaç dörtlük daha okudum. Arkadaşımın yüzündeki tebessüm gerçekten görülmeye değerdi. Birkaç gündür eğitime çıkamayacak kadar hasta olan arkadaşımın bir iki dörtlükle bir ân için kendine gelmesi hem sevinilecek hem de şaşılacak şeydi. "Lütfen bunu bana yaz!" dedi ve tekrar yattı.

Gerçekten de Tefviznâme böyle bir şiirdi. Tefviz, işi başkalarına havale ederek büyük yüklerin altından kurtulma mânâsına geliyor. Şiiri okuyup biraz tefekkür ettiğimizde, şu hayatın yükünün ancak bir Allah inancıyla çekilebileceğini, hayatın ağırlığının, onu rahmeti bol bir Allah'a havale etmeyle azaldığını hissediyoruz. İbrahim Hakkı Hazretleri, beyan gücünü şiirin güzelliğiyle birleştirince gerçekten şiiri sihir eylemiş. Derslerde konu gereği Tekke edebiyatını her anlatışımda bu şiiri de mutlaka yazdırır, üzerinde dururum. Şiirin sunduğu huzur iklimini tekrar duymaya ve duyurmaya çalışırım. Talebelerin gözlerindeki mutluluk beni ziyadesiyle sevindirir. Bu şiir öyle bir şiirdir ki, darda kalmış her gönle mutlaka bir iki rahatlama menfezi açar.

Evvelâ, şiirin girişi bir atasözü olabilecek kadar tesirli ve güzeldir. Hemen hemen her dil, hâdiseler karşısında sıkışınca söyleyiverir bunu. Söyler de, çoğu itibariyle, kime ait olduğunu, devamının nasıl geldiğini bilmez. Dörtlük, eskilerin ifadesiyle bir "darb-ı mesel" olmuştur artık.

"Hakk şerleri hayreyler
Zannetme ki gayreyler
Ârif ânı seyreyler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler."

Ne kadar hoş bir nazar değil mi? İnsan bilmez; fakat hakikat tam da budur. Merhameti sonsuz Yaratıcı, şer görünen hâdiseleri de hayra tebdil eder; aslında bizim şer gördüğümüz pek çok hâdise, neticesi itibariyle hayırdır, güzelliktir. Fakat alışverişini hep acelecilikle yapan insanoğlu bu güzel manzarayı seyredemez pek, sabredip de merhametin, olmazların dünyasında ışımasını göremez ve çoğu zaman da sonsuz bir merhameti suçlama bahtsızlığına düşer maalesef. Oysa Yüce Yaratıcı hayatımızı hayırla, merhametle, güzellikle çepeçevre kuşatmıştır. Bu husus, Kehf Sûresi'nde bir iki misâlle çarpıcı bir şekilde işlenir. Hızır Aleyhisselâm'la Hz. Musa (as) bir seyahate çıkarlar. Bu seyahatte Hızır Aleyhisselâm, bir yolcu gemisini deler, bir çocuğu öldürür. Hz. Musa (as) olanlar karşısında itiraz yollu ifadeler dile getirir. Öyle ya, içinde onlarca insan bulunan bir gemide delik açılmış ve bir çocuk öldürülmüştür. Bunlar, zâhiri olarak şer sayılabilecek fiillerdir. Hz. Musa'nın (as) bu şaşkınlığını telâfi adına Hızır Aleyhisselâm şu meâlde konuşur: "İlerde yolcu gemilerine el koyan bir zalim hükümdar var. Ben bu gemiye az bir darbe vurarak gemiyi hasarlı gösterdim, dolayısıyla masum insanları taşıyan bu gemi bu hasarlı hâliyle zalim hükümdara hoş görünmeyecek ve yolcular kurtulmuş olacak. Bu çocuk ise, ilerde zalim ve günahkâr olacaktı. Onu öldürerek bu hazin akıbetini engellemeye ve ailesine Allah'ın (celle celâlühü) daha salih bir evlât bağışlamasına zemin hazırladım."

"Deme şu niçin şöyle.
Yerincedir o öyle.
Bak sonuna, sabreyle.
Mevlâ görelim neyler.
Neylerse güzel eyler."

Âdemoğlu hep acelecilikle iş yapar. Hâlbuki hikmet dediğimiz şey, sabırla kendini buluverir ve her biri bir hikmet eseri olan İlâhî icraatlar sabırla hissedilebilir. Biz içinde bulunduğumuz zamanı ve mekânı lâyıkıyla kavrayamazken, Allah geçmiş ve geleceği her şeyiyle bilir. Hâl böyleyken, cehaletimizin bir eseri olarak başımıza gelenleri veya etrafımızda cereyan eden hâdiseleri bazen tenkit ederiz. Hâdiselerin önüne ve ardına tam vâkıf olmadan, bunların nasıl neticeleneceğini bilmeden ve görmeden kaderi suçlarız. Böyle olunca da sıkıntılar hayatımızın yegâne dokusu oluverir. Hâlbuki kulun Yüce Yaratıcı'sına karşı sonsuz bir itimadı olması esastır. Zîrâ Allah (celle celâlühü) gündüzümüze güneş, gecemize ay ve yıldızlar, her amelimize büyük bir şevk ve lezzet, hastalığımıza şifa, açlığımıza nefis nimetler bahşederek bizim için sadece ve sadece güzellikler sunduğunu anlatmıyor mu?

"Sen Hakk'a tevekkül kıl.
Tefviz et ve rahat bul.
Sabreyle ve razı ol.
Mevlâ görelim neyler.
Neylerse güzel eyler."

Kula düşen bu değil midir? Kendi vazifesini hakkıyla yerine getirmek, sonra da Sonsuz Merhamet Sahibi'ne tevekkül edip sabreylemek. Bin bir isim ve sıfatı varken kulunu sadece Rahman ve Rahîm sıfatlarıyla yüz on dört defa selâmlayan Allah (celle celâlühü) elbette her şeyi güzel yapacaktır. Öyleyse kendi işimizi eksiksiz yapmaya çalışıp, Allah'ın (celle celâlühü) güzellikler madenî icraatlarını sabırla seyretmeye çalışarak rahatı bulabiliriz.

"Bir işi murad etme.
Olduysa inad etme.
Hak'tandır o reddetme.
Mevlâ görelim neyler.
Neylerse güzel eyler."

Dua, en sâfî bir ibadet, insanı rahatlatan bir amel. Fakat İbrahim Hakkı Hazretleri bu noktada mühim bir esası gösteriyor. Bir hususu, hırsla istemememiz ve isteğimizin aksiyle neticelendiğinde de kabul noktasında inat etmememiz gerektiğini hatırlatıyor. Bediüzzaman'ın (ra) bu konudaki misâli dikkate şayandır. Hasta, doktordan bir ilâç ister; doktor, o ilâç iyi gelecekse verir; iyi gelmeyecekse başka bir ilâç sunar. Bu noktada hastanın evvelki ilâçta ısrarı aleyhine olacaktır. İşte kuluna, bir doktordan daha merhametli olan Allah'ın (celle celâlühü) hakkımızda takdir buyurduğu her şey, O'ndan geldiği için asla reddedilmemeli ve hayırlı olanın bu olduğu kabul edilmelidir. Böylece başımıza gelen hâdiseleri doğru değerlendirmiş ve hayat yolunda uğradığımız her duraktan elleri dolu dolu ayrılmış oluruz.

"Sen adli zulüm sanma.
Teslim ol, nâra yanma.
Sabret, sakın usanma.
Mevlâ görelim neyler.
Neylerse güzel eyler."

Allah (celle celâlühü) merhamet sahibidir. Bununla birlikte O, mutlak adalet sahibidir de. Adalete ters bir merhamet zulüm olduğundan, biz çoğu zaman adalet tecellilerini zulüm zannedip İlâhî adalet hakkında olur olmaz sözler sarf etme bahtsızlığına düşebiliriz. Bu konuda yine Bediüzzaman'dan çok orijinal bir tespit vardır: "İnsanlar zulmeder, kader adalet eder." Tarih sahnesinde insanların yaşayageldiği zulümler, işledikleri zulümlerin kendilerine dönmesinden başka bir şey değildir. Yoksa, insanı yoktan var eden ve sayısız nimetle onu kendine muhatap kılarak şereflendiren Allah (celle celâlühü), ona zulmetmekten beridir. Bilakis, insana değer verdiği için ona yapılan zulümleri cezasız bırakmıyor.

"Hak'tandır bütün işler.
Boştur gam u teşvişler.
Ol hikmetini işler.
Mevlâ görelim neyler.
Neylerse güzel eyler."

Hayatın akışında kendini kaybetmek istemeyen, hayatını mânâlandırıp ondan huzur bulmak isteyen insana tesirli bir nasihat: "Hakk'tandır bütün işler!" olsa gerek. Bediüzzaman Hazretleri'nin ifadesiyle "Hayatta tesadüfe tesadüf edilemez." Her şey Allah (celle celâlühü) tarafından bir hikmete bağlı olarak işler ve hayat bu düzen içerisinde akar durur. Bir kuru yaprak bile ancak Allah'ın (celle celâlühü) izni dairesinde yere düşer. Böyle bir düşünce sahibinin hayatındaki en mühim duygu, güven ve huzur olacaktır. Çünkü bilir ki, hayatı büyük bir kudretin elinde, rastlantıların hiçbir tesiri olmadan, düzenle ilerliyor. Böyle bir insanın düşüncelerinde kargaşa, ölüm korkusu, başıbozukluğun verdiği gereksiz endişeler yer almayacaktır. Hayatı, Allah (celle celâlühü) tarafından işlenilmiş bir kanaviçe gibi gören bir ruh sahibinden daha huzurlu kim olabilir ki! İşte şiirimizin en can alıcı, bam telini dokunan bir bölümü daha:

"Nâçar kalacak yerde.
Nâgâh açar ol perde.
Derman eder her derde.
Mevlâ görelim neyler.
Neylerse güzel eyler."

Her insan şahittir ki; sonsuz merhamet Sahibi, en güçsüz, en âciz ve yardıma en muhtaç olduğumuz ânlarda ânsızın bir inayet kapısı açıverir. İşler öyle yürür ki hiç beklemediğimiz yollar açılır, hiç tahmin etmediğimiz hâdiseler cereyan eder, hiç düşünmediğimiz kişiler sahneye çıkar ve olmazlar "olur" libası giyer. Kuluna şah damarından daha yakın ve ana-babasından daha merhametli Allah (celle celâlühü), onun imtihanlar altında ezildiği bir anda omzuna kuvvet, ayağına fer, dizlerine derman verir de işlerin sarpa saracağı anlarda yollarına işaretler dizer. Öyledir Rahman'ın işleri. Yerlerde sürünmeyelim diye ufkumuzu göklere çekip maddî ve mânevî miraç merdivenlerinde yücelmemiz için gayretimizi bekler; ruhlarımızdaki hamlıkları, içlerimizdeki fenalıkları değişik vesilelerle törpüler, Cennet'teki nimetlerden tam mânâsıyla istifade edelim diye bizi hayatın çarklarında şekillendirir. Bu esnada nâçâr kaldığımız yerde rahmet ve inayet pınarlarını oluk oluk üzerimize boşaltır. O'nun (celle celâlühü), kullarına rahmet ve inayeti bazen bir vesileye bakar.

"Hoş sabr-ı cemîlimdir.
Takdir ü kefilimdir.
Allah ki vekilimdir.
Mevlâ görelim neyler.
Neylerse güzel eyler."

Allah'ı (celle celâlühü) Kur'ân ve hadîsler ışığında bilen, O'nu hakkıyla tanıyan irfan sahibi bir gönlün varacağı son noktadır bu. Böyle bir gönül rahattır, huzurludur. Çünkü her şeyi en iyi bilen, merhameti hudutsuz bir Yaratıcı'yı işlerine vekil kılmıştır ve neticenin hayırla noktalanacağına inancı tamdır. Kul böyle inanınca, Allah (celle celâlühü) da böyle muamele eder ve her şey hayra çıkar. Zîrâ Allah'ın icraatı kulun beklentisi yönündedir. Bundandır ki Allah'a (celle celâlühü) itimat eden rahata erer.

"Vallahi güzel etmiş.
Billahi güzel etmiş.
Tallahi güzel etmiş.
Mevlâ görelim netmiş.
Netmişse güzel etmiş."

İstikamet sahibi salim bir gönül, Allah'ın (celle celâlühü) bütün icraatlarının güzeller güzeli bir edayla nazarlarımıza arz olunduğuna eksiksiz itimat eder. Böyle bir gönül, hayır ve güzelliklerin art arda şekillendiği şu âlemi ibret nazarıyla seyredip Yüceler Yücesi'ne aşk ve muhabbetini ilân eder.

21 Eylül 2011 Çarşamba

Tefekkür ve Marifet

Sadık Yalsızuçanlar
Diyanet Dergisi (Ocak 2011)

‘Benim öyle bir vaktim var ki, Rabbimden başkası oraya sığmaz.’


Fikr kökünden gelen tefekkür, fikretme, düşünme, asıl gerçeğe doğru gedik açma diye anlaşılabilir. Asıl gerçeğe, yani içkin olana, varlığın yüreğine… Mütefekkir bu anlamda, varlığın kalbine doğru sızan ve oradan konuşandır. Tefekkür’ün, ‘modern’ anlamda ‘düşünce’ olduğuna ilişkin imaları da yedekte tutarak diyebiliriz ki, Heideggeryen anlamda, ‘düşünme’ olarak kullanılan ve daha çok ‘hadsi bilgi’yi, sezgici ruha sahip insanın sezgisel/duygusal zekâsını, muhakemesini kullanarak ulaştığı bilgiyi işaret eden tefekkür, eylem hâlindeki akl’ın ürünüdür.İnsan, varlığa, varlık âlemine gelir ve kendini bir anda muazzam bir hayret denizinde bulur.Hayret’i, ‘şaşma, şaşırma, şaşakalma, ne yapacağını bilememe’yi de içerir biçimde hatta Heidegger’in, Nedir Bu Felsefe?’deki kastını da içine alarak; daha çok, Yaratıcı’nın varlığı karşısında dimağın kamaşması olarak kullanıyorum.

Dimağdan kastım ise, ortaçağda ‘akıl’ı, ama kalbî akıl’ı karşılayan intellectus kavramının ima ettiği tefekkür aracıdır.

Böylece hayret bir iç-duyum hâline dönüşüyor.

Yani, bir nesne, varolan hatta varlık karşısında insanın gözündeki perdelerin ortadan kalkmasına yol açan bir hâl.

Yunus’un, sonunda ‘ballar balını bulduğu’ yolculuğunu anlatırken söylediği, ‘Hak bir gönül verdi bana/Ha demeden hayran olur’daki hal.

Bu hâlin, bir şaşırma, şaşakalma olduğu kesin. Ama sadece şaşırma olmadığı da...

İnsan, daha önce hiç görmediğini gördüğünde, duymadığını duyduğunda, tahayyül etmediğini ettiğinde şaşırmadan öte bir şey yaşar.

Burada hayret, hem hayreti gerektiren hâlin ateşleyicisidir hem de sonuçlarındandır.

Ateşleyicisidir, çünkü bir nesneye, olguya, varolana veya varlığa, ‘hayret’le bakıldığında tefekkür edilebilir ve ondaki gizli yüz görünebilir. Sonucudur, çünkü insan hayret ederek hayran olabilir ve baktığında yeni bir veçhe görebilir.

Böylece hayret, hem bir tür düşüncedir hem de dönüşümdür.

Sadece düşünce değildir, çünkü hakikat düşüncelerde değildir.

Hakikatin görünümleri ancak, bir deneyim sonucu düşüncede gerçekleşen değişiklikle belirebilir. Yani bir ‘gerçek’, insanın elinden tutarak, onu bir başka ‘gerçeğe’ götürebiliyorsa geçerlidir ve dolayısıyla gerçektir.

Belki bu yüzden, Wittgenstein, kelimelerin sadece hayatın akışı içinde anlamlı olduğunu söyler.

Varlığın sesine kulak kesilen ve onu duymağa çalışmayı felsefi etkinlik yani düşünme olarak gören Heidegger’den de bir kez daha öğreniyoruz ki, insanın körlüğü gözlerinde değildir. Asıl körlük, göğsümüzdeki tahttadır.

Hayret etmeyi, tefekkürün arkhesi olarak önümüze getiren Heidegger şöyle der: ‘İnsanlar, hayretin içinden geçerek hem şimdi, hem de ilk olarak düşünmenin egemen başlangıcına vardılar.’

Hikmetin kurucu ögesi hayrettir.

Hikmet, varlığın içyüzünü okumaktır.

Peki, neler oluyor burada?

Bilgelere göre, ‘hayret sırasında kendimize tutunuruz. Varolanın karşısında, onun varolması ve nasılsa öyle ve başka türlü olmaması karşısında geri adım atarız. Hayret etme, varolanın varlığı karşısında geri adım atmayla son bulmaz. Aksine o, bu geri adım ve kendine tutunma olarak aynı zamanda karşısında geri adım attığı şey tarafından ona doğru çekilir ve tutsak alınır.’

Varlığa uygun olarak konuşmayı sağlayan hayret, insanı, kendini yok eden benliğin sınırlarından kurtarır ve zihnini genişletir. Zihin darlığı, insanın temel zaafıdır.

Fazlurrahman’dan öğrendiğimize göre, tüm Arap dilbilimcileri, bize, ‘zulüm’ sözcüğünün yaygın anlamının, ‘bir şeyi uygun olmadığı yere koymak’ olduğunu söylüyorlar.

Öyleyse yanlışın, yanlış yönelimin, yanlışa yönelmenin ve yanlışta ısrarın her türlüsü zulümdür.

Bunu irtikap etmeninse, göğüsteki gözün, yani iç gözün kalın gaflet perdeleriyle örtülü olmaktan ileri geldiği apaçıktır.

Görüşü keskinleştirmenin bir adı tefekkürdür ve bu içduyum hâliyle insan, gerçeği sürekli tecrübe eder ve deneyimleri, onu hayranlık vadisinde tutar.

Bu varlığın içinde olmaktır.

Bir metin olarak kâinat dendiğinde, bir sözcük olarak insan, bir harf olarak ağaç, bir cümle olarak güneş, bir deyiş olarak deniz, bir manzume olarak yıldız demiş oluyoruz ve baktığımız her şeye yeni baktığımızın bilincine varıyoruz.

Öyleyse, kâinatı bir metin olarak okumanın ve çözmenin bir yolu olmalıdır.

Gerçeği deneyimlerimizle farkettiğimize göre, varolandan varlığa geçerken, kendimizi özne olarak da görmüyor, eleştirinin, ‘kritik bir durum’ olmadığını, yani eserle eleştiricinin nesne-özne ilişkisinden öte bir düzey veya düzlemde karşılaştığını varsayıyoruz.

Hayret nasıl şaşırmadan öte bir şeyse, ‘tefekkür’ de, tümüyle modern bir durum/kavram olan düşünce’den başka bir şeydir.

Arapçadaki fikir veya Farsçadaki endişe hatta Fransızcadaki pensee daha çok, dikey bir ‘düşünme tarzı’nı ima eder. Fikr’in, Fars dilinde ‘endişe’yle anlamdaş olduğunu da biliyoruz. Endişe, dilimizde, gündelik sözlüğümüzde, kaygı, tasa gibi anlamlar kazanmış ve bir tür anlam kaymasına uğramıştır.

Sırası gelmişken, tefekkür’e yol açan hayret’in bir aşamasında, ‘temaşa’yı içerdiğini de hatırlamalı.

Kalbin, aklın anlayamadığı akılları vardır diyen, bunu derken, bir müşahade’sini aktarıyor.

O, kalbindeki akıllardan biriyle temaşa etmiştir varlığı ve gördüğü resim, salt beşeri bir zihinsel etkinlikle görülebilen bir resim değildir.

Şeyh Bedreddin, Varidat’ında, tefekkürün, varolan hakkında olabileceğini söyler.

Gerçekte düşünce, Yaratıcı’nın Zat’ı hakkında hayret etmek olan huşuya aykırıdır. Hakikat yolcusunun, nesnelerden Yaratıcı’ya ulaştığında düşünmesi hayret’e dönüşür.

Bu yüzden, hayret, tefekkürün ürünüdür. Ve yolcu, buna bir kez eriştiğinde, ne bundan ayrılmalı, ne de onu daha aşağı bir şeyle değişmelidir. Aksine, hayret’i yeterli olmayabilir. Bu yüzden Elçi, ‘Rabbim, hakkındaki hayretimi artır’ diye yakarmıştır.


Tefekkür, yolcu seyr hâlindeyken kendisinden istenilendir. Gayba dalmıştır. Fakat amaç, Zat’ıyla belirdiğinde tefekkür hayrete dönüşür.

Sufiler bu durumu, ‘Benim öyle bir vaktim var ki, Rabbimden başkası oraya sığmaz.’ diye ifade eder.

Tefekkürün açtığı yol-ki ona marifet diyoruz-nesneleri itibari değerinde bırakmaz, ya onları yok eder veya Yaratıcı’nın vechinin görünüşleri olarak ortaya çıkarır.

Kierkegaard, ‘etik ile estetik birdir’ derken, modernlerin indirgemeci olarak nitelediği, ama gerçekte, varlığa ilişkin soru soran ve bunu ‘hayret’te kalarak arayan ve bulan tefekküre gönderme yapar.

İnsanın Yaratıcı’sıyla dolaysız biçimde ilişki kurabilme yeteneğine inanan herkes, estetik olanın aynı zamanda ahlaki olduğunu deneyebilir.

Tam da burada karşımıza, Guenon çıkar.

Şehadet âleminden varlığın yüreğine, gayba doğru yolculuğunda insan zihninin imkanlarını yöneten yasalarla ilgilenen geleneksel öğretide, sanatla varlığın dilinin uyumundan söz edilmektedir. Nasr, modern zamanlarda, aynı zamanda kozmosu da yöneten insan diliyle, ruhunun etkinliğinin yollarının ayrıldığını saptar: ‘Şiirin geleneksel öğretisi, daha başka açıklamalara ihtiyaç duyar. Çünkü niceliksel doğa çalışmalarına ve dilbilimsel analizlere, kozmos çalışmalarından ve şiirsel terkiplerden daha fazla değer verildiği bir çağda, kevni hakikatlerle diller arasındaki uyum kaybolmuştur. Geleneksel öğretiye göre içsel göz, algının aracı olduğu için, deruni göze ya da kalbi keşfe kendini açan, kozmosun batıni hakikati, kendisini cismani alan üzerinde tanzim eden bir uyuma dayanır. Üstelik bu uyum, kendisini bizzat hem insan ruhunun ve hem de varlığın yansıması olan dilin dünyasında yansıtır. Dil alanında harici dünyanın maddi varlığının yerine geçen ve kozmik uyumun zihne yerleşmesini sağlayan kelimedir. Kalbi akıl tarafından uygun olarak tetkik edilen âlemin kendisi uyum ile kelimenin birleşmesinin sonucudur. Makrokosmozda âlem’in uyumu, hakikatin daha yüce düzeylerinde daha çok tezahür eder. Ve kosmozun daha aşağı uçlarına inildikçe donuklaşır. Daha az belirgin olur. Bu uyum, aynı zamanda geleneksel sanatların merkezini oluşturur. Ve geleneksel sanat ile maddi formlarla ilgili diğer sanatların esasıdır. Uyum her zaman vardır fakat, kelime ya da dilin özü üzerinde tabb edilmesi hayli belirgin ve derin olunca şiir oluşur. Şiir, nesnelerin temel uyumunu yeniden yankılaması aracılığıyla, insanın, varoluşun ve bilinçliliğin daha yüce makamlarına dönmesine yardım etmeye muktedirdir.’



30 Ağustos 2011 Salı

Bayram, Ramazan Ayı'nın Vârisidir

Orucuyla, teravihiyle, sahuruyla iftarıyla, gecesiyle gündüzüyle bir Ramazan- Şerif’i daha geride bıraktık. Elimizden geldiğince değerlendirmeye çalıştık. Maddi-manevi berekete ve inkişafa vesile olmasını diledik. Ve şimdilerde elveda besteleri mırıldanıyoruz gönlümüz buruk da olsa. Fakat bu hüzünlü besteye, huzurlu ve neş’eli bir beste daha karışıyor beri yandan: Bayram Sevinci..

Bayram deyince insanın içinde bir huzur beliriverir. Çünkü geçmiş ömrümüzde bayramları hep güler yüzle karşıladık, bize sunacağı güzellikleri gözledik. Yakınlarımızla, eş dostla kaynaştık, başka zaman görme, konuşma fırsatımız olmayan insanlarla bir araya gelme imkânını yakaladık. Bayramı vesile ederek hediyeler dağıttık etrafımıza. Gönüller aldık, kalpler kazandık. Bütün bu güzellikler, tatlı bir çağrışım bırakmıştır bizim zihnimizde. Bu yüzden de bayram denilince tebessüm ediveririz hafifçe..

Dinimiz meşru dairede neşelenmeyi mübah kılmıştır. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, Medineyi teşrif ettiklerinde, Medine halkının iki bayram kutladıklarını gördü. “Bu günlerin özellikleri nedir?” diye sordu. Oradakiler, “Biz cahiliyede senenin iki gününü eğlence günü olarak kutlardık” dediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Bu iki güne karşılık Allah size öyle iki gün vermiştir ki bugünlerden daha hayırlıdır.” buyurdu. (Ebu Davut, Salât 239, 245; Nesai, Iydeyn 1; Müsned, 3/103, 178) Bu hadisten de anlaşılıyor ki, eğlenmek Müslümanların da hakkı. Ancak, Allah’tan kopuk bir eğlence değildir bu. Tamamen dünyevileşmiş eski bir adetin yerine, içine Allah hoşnutluğunu Resulullah muhabbetini katarak işin bizcesini ortaya koymaktır. Yani, bayram günleri sadece yeme içmeden ibaret günler değildir. Hele hele eğlenceye ve sefahete dalma günü hiç değildir. Bayram günleri, Cenab-ı Hakk’ın bir nimeti ve Efendimiz’in bir sünneti olarak idrak edilir ve Allah’a şükür ile Efendimiz’i yâd etmenin yanında istikbalimizin de bayram olması temennileriyle değerlendirilir. Gezmelerimiz, konuşup neşelenmelerimiz, ziyaretlerimiz, yeme içmelerimiz de hep bu ruh haliyle ve bu çerçevede ele alınır.

Bayramda, en başta yapılacak iki büyü vazife vardır: Bir, bayram namazı; iki, fıtır sadakası. Sadaka-i fıtır, zekâttan önce, oruçla beraber farz kılınmıştır. Bu bir yardımlaşmadır; orucun kabulüne, ölüm sekeratından ve kabrin azabından kurtuluşa bir vesiledir. Sadaka-i fıtır, ramazan bayramının birinci günü fecrin doğuşundan itibaren vacip olursa da bundan birkaç gün, hatta birkaç ay veya sene evvel de, sonra da verilebilir. Ancak bayram namazından önce verilmesi, fakirlerin namaza ve bayrama tasasız olarak iştiraklerini sağlayacağı için daha makbuldür.

Bayram, bir tesellidir; oruç ibadetinden ve Ramazan ayının o anne kucağı gibi munis ve sıcak ikliminden ayrılmanın verdiği burukluğa karşı bir teselli..

Bayram bir şükürdür; bir ay boyunca, Allah’ın affına, merhametine ermenin ve cehennemden âzâd olmanın şükrü..

Bayram bir provadır; ebedi âlemde – inşaallah – kavuşmayı ümid ettiğimiz, esas bayramımız sayılan ve affedildiğimizin remzi olan cennet günlerinin ve Cemalullah’ı müşahede merasimlerinin provası. Nasıl cennette gıll u gış, aldatma, kıskanma, kin tutma, düşmanlık etme yoksa ve herkes halinden memnunsa, bayramlar da o günlerin birer provası olarak, bütün düşmanlık duygularından azade geçirilmeli, olumsuz tablolar bu günler vesile edilerek bir bir silinmeli, yerine sımsıcak kardeşlik resimleri çizilmelidir.

Bayram günleri, günahlarımızın affı, kalbimizin uyanması ve merhamet duygularımızın kabarması için birer fırsattır. Affedemediğimiz insanların kapılarını çalıp - Allah’ın bizi affettiği gibi – affetmek için önümüze konulmuş bir imkândır.

Bayramlar, ziyaret, ziyafet, sıla-i rahim ve kaynaşma zamanlarıdır. Cömertliğin en geniş dairede sergilendiği, güler yüzün hiç eksik olmadığı, kalbin bir güvercin kalbi gibi insanları incitmemek için titrediği özel vakitlerdir. Tekbirlerin, tehlillerin her yanda gürlediği, salâvatların her tarafı kuşattığı hususi zaman dilimleridir.

Bayram, kısalığına rağmen haftaların, hatta ayların varidâtını, hayrını, bereketini ve neşesini bağrında saklayan bir zaman dilimidir. Bayramda Cenâb-ı Hakk’ın öyle ekstradan teveccühleri ve sürpriz ihsanları vardır ki, onlara bayram olmayan on günde, belki bir ayda, belki on ayda, belki birkaç senede ulaşılamaz. Yapılan bütün hayır ve hasenât ancak Cenâb-ı Hakk’ın teveccühüyle değer kazanır; bayram işte öyle bir ilahî teveccühün en önemli vesilelerindendir; adeta bir ömrü tatlandıracak kadar engin ilahî lütuflara mazhar olma vaktidir.

Tabii, böyle bir mazhariyet Ramazan’ın hakkını vermiş, bayramda da laubâlîliğe girmemiş insanlar için söz konusudur. Bayramı sadece bir tatil olarak gören, bir ay boyunca yemeden, içmeden alıkonulmuş olmanın intikamını alıyormuşçasına abur-cubur her şeyi mideye indiren ve mübarek günlerde muvakkaten uzak durduğu haramlara yeniden giren kimselerin bayramın hususi varidâtından istifade etmesi çok zordur.

Cuma, haftanın bayramıdır, Ramazan ve Kurban da bütün bir senenin..

Bir de bayramlarımız vardır; ismi konmayan, vakti bilinmeyen ve hep ümitle ve hasretle beklenen… Müslümanların dünyada yüzlerinin güleceği, milletimizin sözünün geçeceği günler.. Huzura susamış insanlığın, tatlı su kaynağına koşar gibi imana koşacağı, inanmışların, inancın neşvesiyle bir kere daha coşacağı günler.. Allah’ın adının, Peygamberimiz’in yadının tekrar dünya ufuklarında şehbal açacağı, ezan-ı Muhammedîlerin her tarafta gürül gürül okunacağı günler.. Kur’an’ın anlaşıldığı ve doya doya yaşandığı günler… Kinin, nefretin toprağa gömüldüğü günler.. Milletimizin talihinin güldüğü günler.. İşte, ebedi bayramlara ulaşmadan önce, yeryüzünde kaybedilmiş cennetlerin yaşanacağı bu günler, bizim bu dünyada esas bayramlarımız olacaktır.

Kaynak: hikmet.net sitesi

26 Ağustos 2011 Cuma

Osmanlı’da Huzur Dersleri

Prof. Dr. Mehmet İpşirli

Kuruluş yıllarından itibaren Osmanlı padişahları gerek ilmî ortamı canlandırmak, kültürel gelişmeyi sağlamak, gerekse iktidarlarını çeşitli kesimler nezdinde desteklemek ve hanedanın meşruiyetini ortaya koymak gibi düşüncelerle kendi huzurlarında ilmî toplantılar yapmak üzere etraflarına ulemayı toplama, hatta özel hoca edinme konusuna önem vermişlerdir. Fatih Sultan Mehmed döneminden itibaren bizzatpadişahın da katıldığı ilmî sohbetler ve tartışmalar büyük bir yoğunluk kazanmıştır.

Huzur derslerine örnek olabilecek ilk sistemli uygulamanın III. Ahmed zamanında Nevşehirli Damad İbrahim Paşa tarafından 1136′da (1724) yapıldığı bilinmektedir. İbrahim Paşa, devrinin ta­nınmış alimlerini bazı Ramazanlarda kendi sarayında toplayarak onlara Kur’ân’dan bazı âyetlerin tartışmalı tefsirini yaptırmış, 1140 Ramazanda (Nisan 1728) bu derslerden birine III. Ahmed de katıla­rak başından sonuna kadar takip etmiştir. III.Mustafa’nın, babası III. Ahmed’in yanında genç bir şehzade olarak bu derslere katılma­sı ve bundan etkilenerek huzur derslerini ihdas etmiş olması kuv­vetle muhtemeldir. Daha sonraki padişahlar da bu geleneği sürdür­müşlerdir. Nitekim 1168 Ramazanında (Haziran 1755) III.Os­man’ın, Şerefâbâd’da kütüphane hocası Hamidî Efendiyi huzuruna davet ederek tefsir dersi yaptırdığı ve dersin sonunda ona ihsanlar­da bulunduğu görülmektedir.

18-29 Ramazan 1172 (15-26 Mayıs 1759) ta­rihleri arasında cuma dışında her gün padişahın huzurunda yapı­lan bu dersler Sepetçiler Kasrı, Sarık Odası, Ağa Bahçesi, Sofa ve Di­vanhane gibi Topkapı Sarayı’nın çeşitli mekanlarında gerçekleştiril­miş, toplantılara müzakereci olarak beş altı kadar alim katılmıştır. Dersler öğle ile ikindi arasında icra edilir, ikindi namazından sonra padişah Harem’e çekilirdi.

Huzur derslerinde dersi takrir eden alime "mukarrir", müzake­reci durumunda olan alimlere önceleri "talip", daha sonra "muha­tap" denilmiştir. Bir mukarrir ve beş muhatapla başlayan bu ders­lerde muhatapların sayısı zaman içinde artmış, eksilmiş, ders adediyle günleri, saatleri ve dersin süresi değişikliğe uğramıştır. Huzur dersleri hocaları şeyhülis­lam tarafından seçilmektedir. Gerek mukarrir gerekse muhatapların seçiminde liyakate ve ilmî mertebeye dikkat edilme­si, gönderilen emir ve tezkirelerde önemle belirtilmiştir. 1200 (1786) yılından itibaren Ramazanda sekiz ders ile yetinildiği ve dokuzun­cusunda mukarrirler meclisi toplanmasının bazı istisnalarla âdet haline geldiği görülmektedir. Tam bir ilmî serbestiyet içinde yapılan derslerde bir âyet okuna­rak mukarrir tarafından onun tefsiri yapılır, muhatapların soruları­na ve itirazlarına mukarrir cevap verir, böylece ilmî bir mübahase cereyan ederdi. Dersler genellikle Kadı Beyzavî tefsirinden yapılır­dı. Ancak âyetlerin tefsirinin son derece ağır ilerlediği, birkaç yılda sadece birkaç âyetin ele alınabildiği, bunun ise âyetlerin tefsir ve tahlillerinde gramer meselelerine, etimolojik ve ilgisiz yorumlara ağırlık verilmesinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Nitekim İsra sûresinin tefsiri 1189 Ramazanında (Kasım 1775) başlamış, 1192 Ra­mazanına (Ekim 1778) kadar sürmüş, Fetih sûresinin tefsiri ise 1193-1198 (1779-1784) yılları arasında tamamlanabilmiştir. 1201 Ramaza­nında (Temmuz 1787) Bakara sûresinin tefsirine başlanmış, 1205 Ra­mazanına (Mayıs 1791) kadar beş yıl boyunca ancak ilk otuz âyeti­nin tefsiri müzakere edilebilmiştir.

XIX. yüzyıl boyunca yapılan huzur derslerinde yeni bazı pren­sipler belirlenmiş ve bir teamül teşekkül etmiştir. Bu dönemde mu­karrir ve muhatapların İstanbul ruûsunu almış, herhangi bir resmî vazifesi olmayan, İstanbul’da ikamet eden alimler arasından seçil­mesi, tayinlerin şeyhülislamın teklifi üzerine padişah tarafından ya­pılması, mukarrirlikte bir münhal olduğunda daha sonraki meclis­lerin mukarrerlerinin hiyerarşik sırayla yükselmesi, böylece son mukarrirliğe ilk meclisin baş muhatabının seçilmesi âdet olmuştur. Mukarrir, herhangi bir sebeple Ramazanda dersini takrir edemeye­cek durumda olursa o dersin baş muhatabı yerini alamaz, şeyhülis­lamın teklifi ve padişahın iradesiyle yeni tayin yapılırdı. Hacca git­me, yakınlarını ziyaret etme gibi sebeplerle İstanbul’dan ayrılan ders üyeleri Ramazan olmasa bile şeyhülislamdan izin alırlardı. Derslerde tefsir edilecek sûre ve âyetler çok önceden meşihata bildirilir, şaban ayının on beşinde muhataplara hazırlanmaları tembih edilirdi. Mukarrir ve muhataplar için gizlilik esastı. Bunlar Rama­zanda resmî ders günleri gelmeden özel olarak kendi aralarında ders müzakeresinde bulunamazlar, ancak günleri gelince aleni ola­rak ders yapabilirlerdi. Meclislerin toplantı yerini padişah belirlerdi. Burada mukarrir padişahın sağında, muhataplar ise mukarririn yanında yarım daire şeklinde önlerinde rahlelerle minderlere otururlardı. Erkek ve ka­dınlardan huzurda ders dinlemek üzere kalacakların isimlerinin padişahın tasvibinden geçmesi gerekirdi.

Huzur derslerinin mahiyetini, tarihçesini, yapılışını, mukarrir ve muhatapların seçimlerini ve isimlerini araştıran Ebül’ula Mardin, çalışmasını önce üç geniş makale halinde İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası’nda 1950-1951 yıllarında yayımlamış daha sonra bu yazılarını Huzur Dersleri adıyla kitap haline getirmiştir (İstanbul 1951). Huzur dersi hocalarının mazhar oldukları ihsanlar ve maruz kaldıkları cezalar, bu derslerin yapıldığı yerler, mukarrir ve muha­tapların hal tercümeleri, ders ve icazetname örnekleri, menkıbeler ve bazı eklerden oluşan II ve III. ciltleri ise İsmet Sungu bey ikisi bir arada olmak üzere neşretmiştir (İstanbul 1966).

Günümüzde Fas Sultanı II. Hasan’ın huzurunda Ramazan ayla­rında usul ve muhteva bakımından Osmanlı huzur derslerine ben­zeyen dersler yapılmakta ve bunlar ed-Dürûsü’l-Haseniyye adıyla Arapça ve İngilizce olarak neşredilmektedir.

http://www.sonpeygamber.info/huzur-dersleri

1 Ağustos 2011 Pazartesi

RAMAZAN VE ORUÇ İLE İLGİLİ HADİSLER

Ebu Hüreyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Nebî şöyle buyurdu:

“Kim yalan konuşmayı ve yalan-dolanla iş yapmayı terk etmezse, Allah o kimsenin yemesini, içmesini bırakmasına kıymet vermez.”
( Buhârî, Savm 8; Ebû Dâvûd, Savm 25)

Ebu Hüreyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah dedi ki:
“Allah Teâlâ şöyle buyurdu: Kullarımın bana en sevgili olanı, oruç açmakta acele davranandır.”
(Tirmizî, Savm 13)

Sehl İbnu Sa'd (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah şöyle buyurdu:
“Oruç açmakta acele ettikleri sürece Müslümanlar hayır üzere yaşarlar.”
( Buhârî, Savm 45; Müslim Siyam 48)

Amr İbnu’l-Âs (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah şöyle buyurdu:
“Bizim orucumuz ile Ehl-i kitabın orucu arasındaki en önemli fark sahur yemeğidir.”
(Müslim Siyam 45; Ebû Dâvûd, Savm 15)

İbni Abbas (r.a.) şöyle dedi:
“Sahur yapınız, zira sahurda bolluk-bereket vardır.”
( Buhârî, Savm 20; Müslim Siyam 45)

İbni Abbas (r.a.) şöyle dedi:
“Rasûlullah insanların en cömerdi idi. Onun en cömert olduğu anlar da Ramazanda Cebrâil’in, kendisi ile buluştuğu zamanlardı. Cebrâil (a.s.), Ramazanın her gecesinde Hz. Peygamber ile buluşur, (karşılıklı) Kur’an okurlardı. Bundan dolayı Rasûlullah Cebrâil ile buluştuğunda, esmek için engel tanımayan bereketli rüzgardan daha cömert davranırdı.”
( Buhârî, Savm 7; Müslim Fezail 48, 50 )

Ebu Hüreyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah şöyle buyurdu:
“Ramazan ayı girdiği zaman cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar da bağlanır.”
( Buhârî, Savm 5; Müslim Siyam 1,2,4,5)

Ebu Hüreyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah şöyle buyurdu:
“Kim faziletine inanarak ve karşılığını Allah’tan bekleyerek ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır.”
( Buhârî, îman 28, Savm 6; Müslim, Siyam 203)

Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah şöyle buyurdu:
“Allah rızası için bir gün oruç tutan kimseyi Allah Teâlâ, bu bir günlük oruç sebebiyle cehennem ateşinden yetmiş yıl uzak tutar.”
( Buhârî, Cihad 36; Müslim, Siyam 167-168)

Sehl İbnu Sa'd (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Nebî şöyle buyurdu:
"Cennette Reyyân denilen bir kapı vardır ki, kıyamet günü oradan ancak oruçlular girecek, onlardan başka kimse giremeyecektir. ‘Oruçlular nerede?' diye çağrılır. Onlar da kalkıp girerler ve o kapıdan onlardan başkası asla giremez. Oruçlular girince o kapı kapanır ve bir daha oradan kimse girmez."
( Buhârî, Savm 4; Müslim, Siyam 166)

İbni Ömer (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah şöyle buyurdu:
"İslam dini beş esas üzerine kurulmuştur: Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in (s.a.v.) Allah'ın rasûlu olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekat vermek, hacca gitmek ve Ramazan orucunu tutmak."

Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah şöyle buyurdu:
"Aziz ve celil olan Allah ‘İnsanın oruç dışında her ameli kendisi içindir. Oruç benim içindir, mükâfatını da ben vereceğim' buyurmuştur. Oruç kalkandır. Biriniz oruç tuttuğu gün kötü söz söylemesin ve kavga etmesin. Şayet biri kendisine söver ya da çatarsa: ‘Ben oruçluyum' desin. Muhammed'in (s.a.v.) canı kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, oruçlunun ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan daha güzeldir. Oruçlunun rahatlayacağı iki sevinç anı vardır: Birisi iftar ettiği zaman, diğeri de orucunun sevabıyla Rabbine kavuştuğu andır."
( Buhârî, Savm 9; Müslim, Siyam 163)

RAMAZAN VE ORUÇ İLE İLGİLİ AYETLER
Bismillahirrahmânirrahîm
"Şüphesiz, biz onu (Kur'an'ı) Kadir gecesinde indirdik
Kadir gecesinin ne olduğunu sen ne bileceksin!
Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır.
Melekler ve Ruh (Cebrail) o gecede, Rablerinin izniyle her türlü iş için iner de iner.
O gece, tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir. (Kadir, 1-5 )

"(O sayılı günler), insanlar için bir hidayet rehberi, doğru yolun ve hak ile batılı birbirinden ayırmanın apaçık delilleri olarak Kur'an'ın kendisinde indirildiği Ramazan ayıdır. Öyle ise içinizden kim bu aya ulaşırsa onu oruçla geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez. Bu da sayıyı tamamlamanız ve hidayete ulaştırmasına karşılık Allah'ı yüceltmeniz ve şükretmeniz içindir." ( Bakara, 185)

"Oruç, sayılı günlerdedir. Sizden kim hasta, ya da yolculukta olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar. Oruca gücü yetmeyenler ise bir yoksul doyumu fidye verir. Bununla birlikte, gönülden kim bir iyilik yaparsa (mesela fidyeyi fazla verirse) o kendisi için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır." ( Bakara, 184)

"Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakınmanız için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı". ( Bakara,183)
.
.

15 Temmuz 2011 Cuma

Beraat Kandili Hakkinda...

Mübarek Gecelerimiz Kandiller
Yunus Gülendam

Zaman ve mekânlar bütün kıymet ve kutsiyetini, hakikatte Allah’ın dilemesinden alırlar. Bu İlâhî dileme ise varlıklar için binbir maslahat ve hikmetler içerir. Ayrıca o zaman dilimlerinde gerçekleşen mühim olaylar ve o mekânları dolduran kıymettar mekînler de, içinde bulundukları zaman ve mekâna değer kazandırmışlardır. İslâm’da mübarek zaman dilimlerinin kudsiyeti de meşiet–i İlâhî’den geldiği için, Müslümanlara sonsuz feyz ü bereketin nüzulü için birer vesile olmaktadırlar. Mübarek ay, gün ve geceler, İslâm’ın şeairindendir; hususi kıymetleri ve kerametleri vardır. Kâinat, semavat, feza–yı âlem ve bütün varlıklar1 bu kutlu zaman dilimlerine hürmet etmektedir. (2) Âyet veya hadîslerin, kutsallığını tespit ettiği ve Mü’minlerin de yüzyıllardan beridir kutladığı bu mübarek ay, gün ve geceler, senenin içine dağılmış vaziyette bulunmaktadır. Sevgili Peygamberimiz (sas)’in hicretini esas alan ay takvimine göre Recep, Şaban ve Ramazan ayları öncelikli olan kutsal aylardır. İslâm toplumunda bu aylara Şühûr–u Selâse (Üç Aylar) denilmiştir. Eşhürü’l–Hurum (Haram Aylar) ise Muharrem (ki senenin ilk ayıdır), Zilkade, Zilhicce ve Recep aylarıdır. Mübarek günlere gelince: Hicrî Yılbaşı, Aşûre Günü, Arafe Günü, Ramazan ve Kurban Bayramları, Cuma Günleridir. Bu yazıda kutlu zaman dilimleri içinden yalnızca kandil geceleri üzerinde durulacaktır.
...


BERAAT KANDILI


Üç ayların ikincisi olan Şaban ayının on beşinci gecesidir. Berâat gecesinde, beşerin kader programı nev’inden bir İlâhî icraat yapıldığı için, bu gece Kadir gecesi kudsiyetindedir; ve bütün senenin bir çekirdeği hükmündedir. (42) Bu gece mahlukatın bir sene içindeki rızıklarına, zengin veya fakir, aziz veya zelil olacaklarına, ihya veya imate edileceklerine, ecellerine ve hacıların adetlerine dair Allah tarafından meleklere malumat verileceği beyan olunmaktadır. (43)
Beraat, “iki şey arasında ilişki olmaması; kişinin bir yükümlülükten kurtulması veya yükümlülüğünün bulunmaması” anlamına gelir. Sahih hadîslerin beyanına göre: Şaban ayının on beşinci gecesi tevbe eden mü’minler, Allah’ın afv ü mağfireti ile günahlarından ve dolayısıyla Cehennem’den berâat edecekler, kurtulacaklardır. Şaban’ın ortasındaki geceye Berâat isminin dışında; mâ'nen verimli, feyizli, bereketli ve kutsi bir gece olduğu için Mübarek Gece; iyi değerlendirildiği takdirde günahlardan arınma ve suçlardan temize çıkma imkânı taraf–ı İlâhî’den verildiği için Sâk (Berâat, Ferman, Kurtuluş Belgesi) Gecesi; Lutf u ihsanı aşkın, afv ü merhameti engin olan Allah’ın ikram ve iltifatlarına erişildiği için de Rahmet Gecesi de denilmiştir. (44)


Berâat gecesinin mübarekiyet ve hususiyeti hakkında sahih hadîs–i şerîflerden bir–ikisi şöyledir: “Allah Tealâ, Şaban ayının onbeşinci (Berâat) gecesinde –rahmetiyle– dünya semasına iner, orada tecelli eder ve Kelb Kabîlesi'nin koyunlarının tüyleri sayısından daha çok sayıda günahkârı affeder.” (45) Başka bir rivayete göre de Hz. Peygamber: “Şaban’ın ortasındaki (Berâat kandili) geceyi ibadetle ihya ediniz, gündüzünde de oruç tutunuz. Allah Tealâ o akşam güneşin batmasıyla dünya semasında tecelli eder ve fecir doğana kadar, ‘Yok mu benden af isteyen, onu affedeyim. Yok mu benden rızık isteyen, ona rızık vereyim. Yok mu bir musibete uğrayan, ona afiyet vereyim. Yok mu şöyle, yok mu böyle!’ der.” buyurmuştur. (46) Bir diğer hadîste ise, Berâat kandilinde yapılacak duaların geri çevrilmeyeceği müjdesi verilmiştir. (47)


Bir kısım âlimlerin, kıblenin Kudüs’teki Mescid–i Aksa’dan Mekke’deki Kabe–i Muazzama istikametine çevrilmesinin Hicret'in ikinci yılında Berâat gecesinde vuku bulduğunu kabul etmeleri de geceye ayrı bir önem kazandırmaktadır.


Bazı müfessirler “Biz Onu (Kur'ân’ı) kutlu bir gecede indirdik. Çünkü biz haktan yüz çevirenleri uyarırız. O öyle bir gecedir ki, her hikmetli iş, tarafımızdan bir emir ile o zaman yazılıp belirlenir.”(48) âyetinde belirtilen gecenin Berâat gecesi olduğunu söylemişlerdir. İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre ise bu gece Kadir gecesidir. Çünkü diğer âyetlerde Kur'ân’ın Ramazan ayında (49) ve Kadir gecesinde (50) indiği açıkça bildirilmektedir. Bu takdirde Kur'ân’ın tamamının Berâat gecesi Levh–i Mahfuz’dan dünya semasına indiği, Kadir gecesinde de görevli kâtipler tarafından istinsah edilip, âyetlerin Cebrail tarafından Efendimiz (sas)’e peyderpey indirilmeye başlandığı şeklinde bir yorum ortaya çıkmaktadır ki bazı müfessirler bu görüşü benimsemişlerdir. (51)


Bazı âlimlere göre: Berâat gecesi, emirlerin Levh–i Mahfuz’dan istinsahına başlanır, kâtip melekler bu geceden, gelecek seneye müsaadif ayın geceye kadar olacak olan vak’aları yazar ve bu işler, Kadir gecesi bitirilir. Rızıklarla alâkalı defter Mikail (as)’e; harpler, zelzeleler, saikalar, çöküntülerle ilgili defter Cebrail (as)’e; amellerle alakalı defter, dünya göğünün sahibi ve büyük melek olan İsrafil (as)’e; musibetlere ait nüsha da Azrail (as)’e teslim olunur. (52) Rasûlulllah (sas): “Allah Tealâ tüm şeyleri Berâat gecesinde takdir eder. Kadir gecesi gelince de bu şeyleri sahiplerine teslim eder.” buyurmuştur. Berâat gecesinde eceller ve rızıklar; Kadir gecesinde ise hayır, bereket ve selametle alâkalı işler takdir edilir. Kadir gecesinde sayesinde dinin güç–kuvvet bulduğu şeylerin takdir edildiği; Berâat gecesinde ise, o yıl ölecek olanların isimlerinin kaydedilip ölüm meleğinin teslim edildiği de söylenmiştir. (53)


İslâm kaynaklarında Berâat gecesinde beş hasletin varlığından bahsedilmektedir: 1– Her önemli işin bu gecede hikmetli bir şekilde ayrımı ve seçimi yapılır. 2– Bu gece yapılan ibadetin (kılınan namazların, okunan Kur'ân'ların, yapılan dua ve zikirlerin, tevbe ve istiğfarların), gündüzünde tutulan oruçların fazileti çok büyüktür. 3– İlâhî ihsan, feyiz ve bereketle dopdolu bir gecedir. 4– Mağfiret (bağışlanma) gecesidir. 5– Rasul–i Ekrem’e şefaat hakkının tamamı (şefaat–ı tamme) bu gece verilmiştir. (54)


Bu gece her tarafı kaplayan rahmet, merhamet ve lütuftan tevbe etmedikleri takdirde şu kimseler istifade edemezler: 1– Allah’a ortak koşanlar. 2– Kalpleri düşmanlık hisleriyle dolu olup insanlarla zıtlaşmaktan başka bir şey düşünmeyenler. 3– Müslümanların arasına fitne sokanlar. 4– Akraba bağını koparanlar. 5– Gurur ve kibir sebebiyle elbiselerini yerde sürüyenler. 6– Anne ve babalarına isyanda devam edenler. 7– Devamlı içki içenler. (55)


Hz. Peygamber’in Şaban ayına ve özellikle bu ayın içindeki Berâat gecesine ayrı bir önem vererek onu ihya ettiğine dair diğer rivayetleri göz önüne alan çoğu âlimler bu geceyi namaz kılarak, Kur'ân okuyarak ve dua ederek geçirmenin çok büyük sevaba vesile olacağını söylemişlerdir. Berâat gecesi kılınacak namaza Salâtü’l–Hayr/Hayır Namazı denilmiştir. Bu namaz bir çok rivayete göre yüz rek’attir. Her rek’atinde fatiha suresinden sonra on (veya on bir) kere ihlas suresi okunur. (56) Bir rivayet göre ise on rek’attir; ve her rek’atinde fatiha’dan sonra yüz İhlas suresi okunur. (57)


Bediüzzaman Hazretleri talebelerine yazdığı bir Berâat Kandili tebriğinde bu gecenin değeri ve değerlendirilmesi ile alâkalı şöyle demektedir: “Elli senelik bir manevî ibadet ömrünü ehl–i imânâ kazandıran Leyle–i Berâatınızı ruh u canımızla tebrik ederiz.” (58) “Bu gelen gece olan Leyle–i Berâat [Berâat Gecesi], bütün senede bir kudsî çekirdek hükmünde ve mukadderat–ı beşeriyenin [insanlığın kaderinin] programı nev’inden olması cihetiyle, Leyle–i Kadrin kudsiyetindedir. Herbir hasenenin [salih amelin] Leyle–i Kadir’de otuzbin olduğu gibi; bu Leyle–i Berâat’ta herbir amel–i sâlihin ve her bir harf–i Kur’ân’ın sevabı yirmibine çıkar. Sair vakitte on ise, Şuhur–u Selâsede [Üç aylar] yüze ve bine çıkar. Ve bu kudsî leyâlî–i meşhûrede [meşhur geceler], onbinler, yirmibin veya otuzbinlere çıkar. Bu geceler, elli senelik bir ibadet hükmüne geçebilir. Onun için elden geldiği kadar Kur'ân’la ve istiğfar ve salavatla meşgul olmak büyük bir kârdır. (59)

20 Haziran 2011 Pazartesi

Dünya Durulmaz'la tasavvuf ve edebiyat ufkumuza bir yolculuk


Hatice EĞİLMEZ KAYA

Sadık Yalsızuçanlar, genellikle anlatmaya dayalı edebi türlerde eserler vermeyi tercih eden bir yazar özelliği gösteriyor. Bununla birlikte sanatçının inceleme ve değerlendirme eksenli yazıları da mevcut. Dünya Durulmaz, yazarın fikir ve edebiyat ufkumuzun önemli şahsiyetlerine dair nüansları vurguladığı bir eseri… Ferfir yayınları tarafından 2010 yılında yayımlandı.

Dünya Durulmaz’da Sadık Yalsızuçanlar, Pir Sultan Abdal’ın ‘Pir Sultan Abdal’ım dünya durulmaz’ mısraından yola çıkmış. ‘Dünya bir gölgeliktir’ düsturuna vakıf bir yazar olan Sadık Yalsızuçanlar dünyaya geldiğimiz gibi gidebilmeyi kâr sayanlardan… Dünya bu anlamda bir köprü özelliği de göstermektedir. Pir Sultan Abdal da aslında şunu kastetmektedir: Dünyada cemal ve celal birbirine karışık biçimde varlık göstermektedir.

Bu anlamda insan nesli dünyanın hem güzelliği karşısında hayrandır, hem de onun çilelerinden ve cilvelerinden yorulmaktadır. Bir zaman sonra bambaşka, aynı zamanda da sonsuz bir yaylaya göç fikrinden rahatsız olmamaktadır. Dünya Durulmaz’da hal diliyle ve kelamın incelikleriyle dünyanın geçiciliği mesajı verilmektedir. Dünya her haliyle bir köprü gibidir. Orada durulmaz, yerleşilmez; geçip de gidilir.

Aklı erenler bilir ki yol menzilin aynasıdır. Kişi nereye varmak istiyorsa ona layık bir yol bulmalıdır. Yazara göre yol kadar niyet de önemlidir. Bizler yolumuzu ve nasıl bir menzile varacağımızı üç aşağı beş yukarı kestirebiliriz. Bu uğurda gösterdiğimiz çaba, hatta bundan çok daha önemli olarak sahip olduğumuz niyeti düzgün tutmalıyız.

Eserde aşk sözcüğü anahtar özelliği taşıyan kavramlardan birisi… Yazarın penceresinden aşk, ‘kıyısız denize katılıp bir katre iken umman olmak’tır. Bilgeliğe meyilli kimseler için aşk sonradan olanın önceden olana kavuşma çabasının genel adıdır. Bu anlamda kainatın var olma amacı da evvelinde budur.

Sadık Yalsızuçanlar Dünya Durulmaz’ı Horasan erenlerinin, Anadolu dervişlerinin ortak dili olan ‘irfanî gelenek’le kaleme almış. Bu ‘irfanî gelenek’ kaynağını ‘Hakikati Muhammediye’den almaktadır. İrfani gelenek Peygamberimizin ‘Adem su ile balçık arasında iken ben peygamberdim’ buyurarak beyan ettiği hakikattir ki bütün bir irfanî geleneğimiz kaynağını buradan almaktadır. Mesela, aslı sudan yani Hazreti Muhammed’in temiz ve kutlu ev halkından gelen Hacı Bektaşı Veli’den söz ederken yazar Yesi’nin bereketli topraklarından esen bir rüzgâr olarak değerlendirir. Onun gül kokusunun hüviyeti Efendimiz’in nurundan gelmektedir. Aynı özellik ‘Yort savul’ diyenYunus Emre’ye, ‘Dünya durulmaz’ diyen Pir Sultan Abdal’a, ‘gönül dokuyan bir bilge’ olan Nakşibendi’ye de aittir.

Türk aydını yüzyıllardır Doğu- Batı kıskacında yaşıyor, hissediyor ve düşünüyor. Hâlâ karar veremedi onlar, biz nereliyiz. Bu ikilemi gönlüyle Doğu’da aklıyla Batı’da bir adamın, Hasan Ali Yücel’in şahsında vurgulamakta yazar. Hasan Ali Yücel’in ‘Hakikat aşkına ermek diledim / Hayret şarabından iç, dedin bana / senden duyduğumu sana söyledim / Bu kuru sözlerden geç, dedin bana’ dörtlüğü anımsatılıyor okuyucuya. Bu dörtlük Yunus Emre’ye hitaben yazılarak tasavvuf geleneğimizin devamını müjdelemektedir. Zaten Doğu- Batı gerilimi de Sadık Yalsızuçanlar’a göre geçtiğimiz yüzyılda kalmıştır. Hakikat şudur ki: Doğu da Batı da Allah’ındır.

Yazar Dünya Durulmaz’da oldukça geniş bir yelpazeden sanatçı ve düşünür üzerinde durmuş. Lale Müldür, Bilge Karasu, Kemal Tahir, Hacı Bektaşı Veli, Cemil Meriç, Necip Fazıl, Naim Tirali, Sezai Karakoç, Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Oğuz Atay, İlhan Berk, Pir Sultan Abdal gibi isimler bunlardan bazıları. Böylesi farklı renkler bir araya getirilerek Anadolu fikir mozaiğinin muhteşem yapısı gözler önüne serilmiş. Sen ben değil, bir diyebilmenin erdemi hatırlatılmış.

İnsan sevgisi ve ‘biz olabilmek’ kavramlarını ‘cümle yaratılmışın birliği’ olarak değerlendiren Sadık Yalsızuçanlar ilahi kaynaklı bir muhabbetle düşünmekten, yaşamaktan ve de hissetmekten yana kullanmıştır reyini. Ona göre muhabbet her şeyden önce bir varlıktır. Varlığın nedeni muhabbettir. Muhabbetin nedeni ise Muhammed’dir. ‘Muhammed’den muhabbet oldu hasıl / Muhammed’siz muhabbetten ne olur hasıl’ diye özetlenen bir haldir bu.

Dünya Durulmaz’dan edinilen önemli fikirlerden birisi varlığın ve ilmin kaynağının muhabbet olmasıdır. Hum; sevme, severek bilme ve tatma anlamındadır. Hum’un tam karşılığı aşk, muhabbet ve şevktir. Âşığı menzile ulaştıran çabasından çok aşkı ve şevkidir, aynı zamanda da sevdiği varlığın rahmetidir.

İnsanlık müthiş bir hızla ‘modernleşme’ çabasında. Bu çabanın altında yaşanan hengame birçok insani değerin hayatımızdan çekilmesine yol açtı. Modernlik belirli bir çürümeyi beraberinde oluşturdu kuşkusuz. Dünya Durulmaz, bu çürümeden de söz ediyor. ‘Yeni vakitler’e çıkmamız gereğini hatırlatıyor. Bu vakitlere ancak ve ancak okuyup yazarak, maddi manevi her şeye dervişane bakarak yaklaşacağız elbette.

Nefsin hileleri ile baş başa bir ömür geçiriyoruz dünya sürgünümüzde… Sezai Karakoç’un sözünü ettiği sürgün işte tam olarak budur. ‘Deni’ desek de aşağıların en aşağısı bilsek de çoğu kez dünyayı, nefsimizin müthiş hileleri yüzünden yanılırız. Oysa Sadık Yalsızuçanlar okuyucuya kendisine ve başkalarına acı vermeden yaşayabilmesini, bunun için de toplumsal ve ahlaki bir ideale sahip olmasını salık veriyor.

Ölmeden önce ölebilmeyi insan olmanın koşulu olarak veren bir Peygamberin ümmetiyiz. Nedir ölmeden önce ölebilmek? Bir tenhaya çekilip münzevi hayatı yaşamak mı? Hayır. Bilakis tam da ortasında yaşayıp insanların onlardan farklı bakabilmektir var olan her şeye. Dünya Durulmaz’da ölmeden önce ölebilmenin faziletleri üzerinde de duruluyor.

Dünyaya tertemiz gelen insan eğer Hakk’ın divanına bu halini kirletmeden varabilirse büyük bir nimettir. Bu nimet de Mevla’nın esirgemesiyle olabilecektir. Dünya Durulmaz’da Sadık Yalsızuçanlar birçok kemal ehlinden söz ederek bu temenniyi dile getirmektedir.

http://www.sendeyaz.net/Yazi/55403/dunya-durulmazla-tasavvuf-ve-edebiyat-ufkumuza-bir-yolculuk.html

http://www.sadikyalsizucanlar.net/ne-dediler-/dunya-durulmazla-tasavvuf-ve-edebiyat-ufkumuza-bir-yolculuk.html


11 Mart 2011 Cuma

Hadis Âşığı Bir Felsefeci: Babanzâde Ahmed Naim Bey

Doç. Dr. Hüseyin Hansu

Ahmed Naim, Osmanlı’nın son dönemi ile Cumhuri­yet’in ilk yıllarında yaşamış mütercim, felsefeci ve yazardır. 1872 yılında babasının görevli olarak bulunduğu Bağdat’ta doğdu. İlköğrenimini Bağdat’ta gördükten sonra İstanbul’a geldi ve daha sonraki hayatını burada geçirdi. Galatasaray Lisesi ve Mülkiye Mektebi’ni bitirdi. Hâriciye Nezareti’nde mütercim olarak göreve başladı. Daha sonra Maarif Nezareti’ne geçti ve burada çeşitli görevlerde bulundu. 1914–1933 yılları arasında Dârülfünûn’da felsefe dersleri hocalığını yaptı. 1919 yılında Dârülfünun’a rektör oldu. Bir süre a’yan azalığı yaptı. 1933’te yapılan üniversite reformuyla görevine son verilen Ahmed Naim, “Felsefe Dersleri”, “Mebadi-i Felsefe’den İlmu’n-Nefs” ve "Mantık" adlı telif ve tercüme eserleriyle, felsefe sahasında değerli bir mütercim ve felsefeci olarak tanınmıştır.


Bu yazıda; Ahmed Naim’in üstlendiği resmî görevler ve esas sahası olan felsefeciliğinden ziyade1, hayatının resmî olmayan yönü, fikirleri, ahlâkî yapısı ve özel bir ilgi duyduğu İslâmî ilimlerdeki gayretleri üzerinde durulacaktır.

Ahmed Naim, birçok ilim, sanat ve devlet adamı yetiştiren ünlü Babanzâdeler ailesine mensup Mustafa Zihni Paşa’nın oğludur. Zihni Paşa Osmanlı’nın son döneminde Irak, Yemen, Antalya, Bolu mutasarrıflıkları gibi önemli görevlerde bulunmuş bir devlet adamıdır. Hâli vakti yerinde bir ailenin çocuğu olduğu için Naim Bey, iyi bir eğitim almıştır. Dönemin itibarlı okullarından Galatasaray Lisesi ve Mülkiye Mektebi gibi modern eğitim veren okullarda okudu. Kardeşleri İsmail Hakkı, Hüseyin Şükrü ve Hikmet de Hukuk veya Mülkiye’den mezun oldular. Dönemin düşünce ve siyaset hayatında önemli yerlerde bulunmuş olan bu ailenin fertleri arasında dindarlığı ile tanınan sadece Ahmed Naim’dir. Eski İttihatçılardan olan İsmail Hakkı 1910’da Maarif Bakanlığı yapmıştır. Gazeteci yazar olan Şükrü Baban (ö. 1959) ise hukuk fakültesinde öğretim üyeliği yapmıştır. Babanzâde ailesinin en küçüğü, Hikmet Baban’dır ve nesil, onun oğlu Cihat Baban’la (ö. 1984) devam etmiştir. Gazeteci ve yazar olan Cihat Baban çeşitli dönemlerde CHP’den milletvekili olmuş, 1960 ve 1980 darbe hükümetlerinde bakanlık yapmıştır.

Klâsik medrese öğrenimi görmeyen Ahmed Naim’in ilk dinî eğitimini nereden aldığına dâir bir bilgiye sahip değiliz. Ancak onun daha lise yıllarından itibaren ibadetine düşkün olduğu, devre arkadaşlarının anılarında dile getirilmiştir. Galatasaray Lisesi’ndeki öğrenciliğini anlatan Erişirgil, çalışkan ve çok terbiyeli bir öğrenci olan Ahmed Naim’in, Fransızca ve Arapçasının çok iyi olmasıyla ve genç yaşlarından itibaren ibadetlerine olan düşkünlüğüyle tanındığını belirttikten sonra şöyle der: “Kafasını öyle yapmıştı ki, şüphe denen nesne orada yaşayamazdı. Ona göre her şey ya ‘nass’ idi ya ‘hiçbir şey...’ ” 2

Arapçayı Hacı Zihni Efendi’den (1845–1913) öğrenmiştir. Daha sonra yaptığı tercümeler ve bazı dostlarıyla yaptığı okumalar sayesinde Arapçasını ileri bir seviyeye getirmiştir. Yazı hayatına Arapça ve Fransızcadan yaptığı tercümelerle başlamıştır. Arap edebiyatından seçtiği edebî parçaların tercümelerini, Servet-i Fünûn mecmuasında yayımlamıştır. Fransızcadan yaptığı felsefî eserlerle ilgili tercümeleri ise Dârülfünun Edebiyat Fakültesi mecmuasında yayımlamıştır.

Ahmed Naim, dönemindeki fikir akımlarından İslâm­cılık görüşünü benimsemiştir. Bu akımın yayın organlarından olan Sırât-ı Müstakîm ve Sebîlurreşâd mecmualarında özellikle İslâm dinine yönelik saldırı ve eleştirilere karşı pek çok ilmî makale yazmıştır. Yazı ve kitaplarıyla Batıcılık ve ırkçılığa karşı İslâm akidesini ve birliğini savunmuştur. Özellikle saldırı niteliği taşıyan yazılara cevap verirken, “Müdafaat-ı Diniyye = Dini Savunma” başlığını kullanmıştır. Çok evlilik, tesettür, din ve devlet ayırımı gibi konularda yazılar yazmıştır. Bu bağlamda Hüseyin Cahid, Tevfik Fikret, Ahmed Emin, filozof Rıza Tevfik gibi Batıcılarla kalem kavgaları vardır.

Dinî muhtevalı yazılarında İslâm inanç esaslarını anlatırken, İslâm dininin akla ve mantığa uygun olduğu, ilerlemeye engel olmadığı tezini işlemiştir. Bu arada dinde yapılmak istenen modernist yorumlara şiddetle karşı çıkmıştır. İslâm toplumunda ortaya çıkan problemlerin çözümünün Kur’ân ve Sünnet’te aranması gerektiğini savunmuştur. İyi derecede Fransızca bilen bir felsefeci olmasına rağmen Batı uygarlığına karşı temkinli davranmıştır. Avrupa’nın ilim ve fennini alırken, kendi kültür ve değerlerimizi korumak gerektiğini belirtmiştir.

Siyasî yazılarının temelini İslâm birliği ve kardeşliği oluşturur. Bu çerçevede Arapçılık ve Türkçülük akımlarına yazılarıyla karşı çıkmış; ırkçılığın dinî ve siyasî açıdan tehlikeleri ve zararlı sonuçları üzerinde durmuştur. “İslâm’da Davayı Kavmiyet” adlı eserinde ırkçılığın İslâm’a aykırı oluşunu ve tehlikeli sonuçlarını uzun uzun açıklamıştır. Bu konuda dönemin milliyetçi kalemleri Ahmed Ağaoğlu, Ziya Gökalp, Yahya Kemal Beyatlı gibi isimlerle polemikleri vardır.

Ahmed Naim, esas ihtisas alanı olan felsefede şüphesiz çok önemli çalışmalar yapmıştır. Ancak, onun en çok sevdiği ve ilgilendiği ilimler İslâmî ilimlerdir. Öyle ki arkadaşlarını tefsir, hadîs ve fıkha ait malumatına göre bilgili ve bilgisiz diye ayırırdı. Kelâm, fıkıh, tasavvuf ve İslâm düşüncesine dair yazıları bulunmakla birlikte, İslâmî ilimler alanında özellikle hadîse ilgi duymuştur. Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi bu alandaki en önemli eseridir.

Aslında kendisi düzenli bir hadîs öğrenimi görmemiştir. İslâmî kültürün diğer sahalarında olduğu gibi hadîsi de şahsî gayret ve çalışmalarıyla öğrenmiştir.

Hadîs ilmine olan ilgisinin tam olarak nasıl başladığı bilinmemekle birlikte, bu ilginin yazı hayatının ilk yıllarına uzandığı görülmektedir. 2. Abdulhamid döneminde yazdığı bir makalede hadîs-i şerîflere daha uygun olduğu için, mensubu bulunduğu Şafii Mezhebi’nin ilmî açıdan daha kuvvetli olduğunu savunan bir makale yazmıştır. 1908 yılında yayın hayatına başlayan Sırât-ı Müstakîm mecmuasına gönderdiği bir mektupta, fikren ve hissen ölmüş bulunan ümmetin yeniden dirilmesinin, hadîs ve Sünnet’le mümkün olacağını belirterek, mecmuanın bu konudaki yayınlara ağırlık vermesini tavsiye etmiştir. Hadîste uzman olmadığı hâlde hiç olmazsa tercüme yoluyla hizmete talip olduğunu belirtmiş ve ez-Zebîdî’nin Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh’ini vakit buldukça tercüme edip yayımlanmak üzere göndermek istediğini belirtmiştir.

1908 yılında çeşitli mecmualarda yayımlanmaya başlayan hadîs tercüme ve yorumları 1925 yılına kadar devam etmiştir. Bu tercümeler, aynı zamanda hadîslerin medya yoluyla yayılmasında bir ilki oluşturmaktadır. Mecmualarda sadece hadîs tercümeleri değil, hadîs merkezli yazılar da yazmıştır. Ömrünün son yıllarını ise tamamen hadîs ilimlerine adamıştır. Bu sıralarda, şöyle dediği söylenir:

“Hadîs tercümeleriyle meşgul olmaya başlayınca, ondan önceki vaktimi ne kadar zayi ettiğimi anladım. Bu iş dururken başka şeyle uğraşmak ne boş şeymiş! Büyük âlimlerin bu işe verdikleri ehemmiyetin sebebini de şimdi anladım.” 3

Mecmualardaki hadîs tercüme ve yorumlarındaki başarısı, daha sonra ‘Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh’ hadîslerini tercüme işinin ona verilmesini sağlayacaktır. 1925 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, Kur’ân-ı Kerîm’in tercümesi ve tefsiriyle birlikte bir hadîs kitabının tercümesi kararı alındığında, Mehmed Âkif’in tavsiyesiyle tercüme işi ona verilir. Âkif’e göre istenen şekilde bir tercüme Naim’den başka hiçbir babayiğidin harcı değildi.

Ahmed Naim, tercüme işiyle resmen görevlendirildiğinde, 25 yıllık bir mütercimlik deneyimine sahipti. Bu deneyimine hadîse olan özel ilgisi de ilâve edilince, ortaya mükemmel denebilecek bir Buhârî tercümesi çıkmıştır. Asıl branşı felsefe olmasına rağmen, bu ilgisi sebebiyle daha çok hadîsçi olarak tanınmıştır.

Ahmed Naim’in, bu tercümesinin bir özelliği de Sahih-i Buhârî’nin ilk Türkçe çevirisi olması ve ondan sonra yapılan tercümelere kaynaklık etmesidir. Çünkü onun zamanına kadar Buhârî, Türkçeye tercüme edilmemiştir. Deneyimli ve uzman bir mütercim olarak yaptığı tercümeler, alanında bir çığır açmıştır. Bu tarz, daha sonraki Kur’ân ve hadîs tercümeleri için bir örnek oluşturmuştur. Klâsik hadîs usulü kaynaklarındaki bilgileri başarılı bir şekilde özetlemiş, zaman zaman kaynak kritiği de yapmış ancak klâsik hadîs çizgisi içerisinde kalmaya özen göstermiştir.

Hadîsçilerin rivayet metotlarını, “methode historique” denen tarih metodolojisi kurallarıyla mukayese ederek tarih tenkit kurallarının, hadîsçiler tarafından asırlarca önce sened ve metin tenkit kuralları adı altında başarılı bir şekilde uygulandığını göstermeye çalışmıştır. Ona göre hadîsçilerin geliştirdikleri metotlar güvenilir ve yeterlidir. Dolayısıyla hadîs tashihinde onların değerlendirmelerine bağlı kalmak gerektiğini savunmuştur.

Ahmed Naim; vahiy, mucize, melek, cin, isra ve mi’rac gibi duyularla algılanamayan konularla ilgili hadîsleri izah ederken, günün modasına uyarak onları rasyonelleştirme gayreti içinde olmamıştır. Ona göre akıl her zaman imkân sahasının sınırlarını belirleyemez, dolayısıyla tarihte olduğu gibi bugün de imkânsız gibi görünen şeylerin zamanla gerçek diye ortaya çıkabileceğini, zamanındaki keşif ve icatlardan örnekler vererek açıklamıştır. Bu yüzden açıklamalarında, hadîsleri çağdaş bilimin verilerine uydurma gibi bir gayret içerisinde olmamıştır. Zaman zaman müspet ilimlerin verileriyle bazı gaibî konuları telife çalışır; ancak asla zorlama yorumlarda bulunmaz. Böyle durumlarda tercihini hadîsten yana koymuştur.

Ona göre, İlâhî kitapların gayesi, insanların akıl ve tecrübe sayesinde kendiliklerinden keşfedebilecekleri kâinat hakikatlerini öğretmek değildir. İlâhî kitapların hedefi, bundan çok daha önemli olan sahih akide, insan ruhunu güzelleştirme, her iki dünyada hayır ve iyiliklere vesile olan amelî hükümler, kalb ve beden temizliği gibi ulvî değerleri öğretmektir. Onların tabiat ilimleri ve astronominin alanına girebilecek konulardan ara sıra bahsetmeleri ise, Rabbanî kudretin delillerine dikkat çekmek içindir.

Ahmed Naim eserinde, gerek daha önceden yaşamış müsteşriklerin gerekse çağdaşlarının hadîslere yönelttikleri bazı eleştirilere de cevaplar vermiştir. Hadîslere yönelik eleştiriler karşısında savunmacı bir tutum benimsemiştir. Ancak telâşlı değil, soğukkanlı ve ihtiyatlıdır. Geleneksel metotların doğruluğu konusunda en ufak bir tereddüdü söz konusu değildir. Bu yüzden iç tenkit yaptığı görülmez. İslâm kültürünün ve hadîslerin yoğun olarak eleştirildiği bir dönemde, aslında onun bu tavrını, özgüvenle kendi değerlerini sahiplenmek olarak görmek gerekir.

Meslekten bir hadîsçi olmamasına rağmen, Türkiye’de son yüzyılda hadîs çalışmalarını yeniden canlandırmış, hadîs usulü ve hadîs yorumlarına orijinal katkılarda bulunmuştur. Tecrîd-i Sarîh ve Nevevi’nin Kırk Hadîs’i uzun yıllar Türkiye’de hadîs konusundaki bilgi ihtiyacını karşılamış ve adeta birer klâsik hâline gelmiş önemli eserlerdir. Bunlar yeniden gözden geçirilip modern bir baskıya kavuşturulursa daha uzun yıllar bu ihtiyacı karşılayabilecektir.

Hem felsefî alanda hem de İslâmî ilimler konusunda iyi bir birikime sahip olan Ahmed Naim, tasavvufla da ilgilenmiştir. İslâm düşüncesinin zengin bir tasavvuf felsefesine sahip olduğunu belirtmiş ve bunu Batı felsefesine bir alternatif olarak göstermiştir.

Naim Bey, Halveti Tarikatı’nın şeyhi ve zamanın önde gelen mutasavvıflarından Fatih türbedârı Ahmed Âmiş Efendi’ye (1807–1920) intisap etmiştir. Âmiş Efendi ömrünün son yıllarını onun evinde geçirmiştir. Ahmed Âmiş Efendi’nin etrafında toplanan bütün tasavvuf müntesipleriyle tanışır, görüşür; fakat tasavvufun ana meselelerinde onlarla tamamıyla aynı fikirde değildir. Sağlam bir şeriat ve fıkıh bilgisine sahip olan Ahmed Naim özellikle “vahdet-i vücud”, “İrade”, “sırr-ı kader” gibi meselelerde onlardan farklı düşünür ve bu gibi konuların ulu orta konuşulmasından rahatsızlık duyardı. Bu çerçevede meşhur mutasavvıf Muhyiddin-i Arabî için Şeyh-i Ekber diyecek kadar büyük saygısı olmasına rağmen onun şeriatın zâhirine aykırı olan sözlerinin, dalalete sevk edebilir endişesiyle konuşulmasını ve neşredilmesini tensip etmezdi.

İlim ve irfan ehliyle görüşmeyi çok seven Ahmed Naim, zâhir ve bâtın ilimlerinde tanınmış kimi duyarsa mutlaka onunla görüşürdü. Abdülaziz Mecdi Efendi (v. 1941), Şeyh Esad Erbîlî Efendi (v. 1931) gibi zamanın büyük mutasavvıfları ile görüşmüştür. Özellikle Şeyh Esad Erbîlî’yle iyi görüşür, kendisini sık sık ziyarete gittiği nakledilir. Daru’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de Bediüzzaman Said Nursi’nin sohbetlerini dinlemekten hayranlık duyardı. Tasavvufa bağlılığı, Âmiş Efendi’nin vefatından sonra halifesi M. Tevfik Efendi’yle de devam etmiştir.

Ahmed Naim’den söz eden biyografi ve hatırat kitaplarında, genellikle onun Arapça ve Fransızcaya olan hâkimiyetinden, bilgisinden, titiz bir araştırmacı oluşundan, dürüst ve samimi bir Müslüman oluşundan söz edilir. Dostları, meslektaşları ve öğrencilerinin onun hakkında yazdıklarına göre, Ahmed Naim, “selef-i salihin siretinde yaşamış”, varlığı ile iftihar edilecek, yaşayışı örnek alınacak bir insandı. Onun hem İslâmî ilimleri hem de Batı düşüncesini bilmesi fakat ondan etkilenmemesi, kendi dönemindeki aydınlar için oldukça etkileyici olmuştur.

Şair ve edebiyatçı Mithat Cemal Kuntay (ö.1956) Naim’le ilk karşılaşmasında ‘Namaz kıldığı için, ben onu Fransızca bilmez sanmıştım.’ diyerek şaşkınlığını ifade eder. Ahmed Naim’in bir yandan ‘Le Temps’ gazetesini, diğer yandan Muhyiddin-i Arabî’nin, İmamı Müberred’in eserlerini okuduğunu belirten Kuntay, onun Batı düşüncesi karşısındaki sağlam duruşunu şöyle tasvir eder:

“Başı iki kısımda: Doğu ve Batı! İkisi birbirine karışmayarak yan yana duruyordu: Ve Naim’i Avrupa’nın filozofları değiştiremediler. Bu filozoflara Naim, şaşılacak derecede nüfuz ediyordu; fakat bu filozoflar, şaşılacak acizle Naim’e nüfuz edemiyorlardı…” Hem Batı’yı hem de Doğu’yu bilmesini Kuntay, “kafası gavur, kalbi Müslüman” olarak tasvir eder.

Üniversite hocalığı yaptığı sıralarda akşamüzeri Beyazıt Camiî yanındaki “Küllük” kahvesinde dostlarıyla ilmî sohbetler yaparlardı. Bu sohbetlere zamanın tanınmış edipleri, şairleri, yazarları ve ilim adamları katılırlardı. Mehmet Âkif’le tanışması da burada olmuştu. Diğer dostları Mehmet Şevket Bey birlikte üçü bir araya gelip klâsik Arapça okumaları yaparlardı.

Naim’in dostları arasında Mehmet Âkif Ersoy’un özel bir yeri vardır. Bu mekânda sıklıkla bir araya gelir, politika, edebiyat ve diğer meseleleri konuşurlardı. İkisi de dairelerinden çıkınca, burada birbirlerini beklerlerdi.

Âkif’i en çok etkileyen yönü, Batı düşüncesine vâkıf olmasına rağmen din konusundaki sağlam inancıdır. Âkif, Naim Bey’le tanıştığı sırada birçok mektepli genç gibi zihni, akidesi tereddütlerle dolu idi. Naim Bey’in kafasında ise şüphe denen nesne yaşayamazdı. Âkif, Naim Bey’le konuştuğu zaman farkına vardı ki, o kendisinden kat kat fazla Fransızca biliyor, kendi kadar da Arapça… Naim, Galatasaray Sultanisi’nden çıkarken Fransızca hocası ona on üzerinden dokuz puan vermişti ki, bu kadar yüksek puanı, mektebin tarihinde bu hocadan kimse alamamıştı ve bu hoca Fransız’dı. Fakat dokuz puan verilen bu Fransızca Naim’i değiştiremiyordu. Âkif, bu değişmeyen Naim’i seviyordu.

İşte Âkif, karşısında böyle gerçek bir ilim adamı görünce ona âdeta vuruldu. Hint ve Mısır âlimlerinin eserleri kadar Avrupa kitaplarını da okuyan adamın beş vakit kıldığı namaz, Âkif için başka bir mânâ taşıyordu.

Nitekim Âkif, daha sonra en çok sevdiği şiiri olan “Secde”yi en sevdiği bu dostuna ithaf edecektir. Naim deyince içimde bir yanardağ tüter diyen Mehmet Âkif için o, sikadandır, ne derse öyledir, sözü sened teşkil eder.

Âkif’in “ashap’tan sonra en sevdiğim adam” dediği Naim’le dostluğu kırk iki sene devam etmiştir. Naim vefat ettiği gün Âkif, ‘Evim barkım yıkıldı, altında kaldım.’ diyecektir.

Ahmed Naim’in bu örnek yaşantısı, dönemindeki birçok âlim ve aydın tarafından dile getirilmiştir.

Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’ye göre Naim Bey selef-i sâlihindendir, Asr-ı Saadet’ten bir parçadır. İlim, irfan, edep, ahlak, namus, şeref, kanaat… ne deseniz bütün faziletler onda mevcuttur.

Çalışma arkadaşı ve aile dostu Muallim Cevdet, Naim Bey’in ahlâkî seciyesi hakkında şöyle demektedir:

…. Kaba taassuptan kurtulmuş, temiz bir Müslüman örneği idi. Edebiyat ve musiki dostu idi. İmanında sabit idi, neye inanmışsa sonuna kadar sâdık kaldı. Onda riya veya kuru sofuluk gibi şeyler yoktu. Doğu’nun dinî feyzini Batı’nın fikirleriyle kaynaştırmıştı. Batı ilminin âşığı fakat pozitivizmin düşmanı idi. Onda “Muhammed” bir yürek vardı.

Kendisiyle 25 senelik arkadaşlıkları olduğunu söyleyen Mehmet Âkif’in damadı Ömer Rıza Doğrul (ö.1952), Ahmed Naim hakkında şunları yazmıştır: “Merhum kayınpederim Mehmet Âkif gerçi arkadaşlarını ayırdetmez ve hepsini severdi, fakat kalbinde Ahmed Naim’e ayırdığı yer muhakkak ki imtiyazlı idi. Onun için Ahmed Naim’in öldüğü haberini aldığı zaman hüngür hüngür ağlayacak derecede bu aziz dosttan ayrılışının acısını derinden hissetmişti. O zaman gönderdiği mektupta “Onun ölümünü haber aldığım anda, dünya başıma yıkıldı sandım.” diye yazdığını bizzat görmüştüm. Sarsılmaz bir seciye sahibi olmak, doğru olduğuna inandığı her şey üzerinde sebat etmek ve bu uğurda hiçbir fedakârlıktan yılmamak, daima doğruyu söylemek, bildiğini iyi bilmek ve bilmediğini öğrenmek ve çok çalışmak gibi meziyetlere sahip olan Naim, hak olduğuna inandığı yolda zerre kadar ayrılmayarak yaşamış ve öylece ölmüştür.”

Kendisinden sonra yarım kalan Tecrid-i Sarih’in tercümesini tamamlayan Kâmil Miras onun bu nezih yaşantısını “O selef-i salihin siretinde yaşamış yüksek bir fazilet örneği idi” diye özetlemektedir. Doğu’nun dinî feyzini Batı’nın fikirleriyle kaynaştırmıştı. Bu özelliğiyle Naim daha sonraki yüzyılda da devam edecek olan, hem Batı’yı hem de Doğu’yu bilen Müslüman aydın tipinin ilk örneğini vermiştir.

Ahmed Naim’in bu örnek kişiliği, muhalifleri tarafından da dile getirilmiştir. Dârülfünun’da beraber hocalık yaptıkları Yahya Kemal Beyatlı (ö.1958), dünya görüşleri farklı olmasına rağmen, Naim Bey’in gülen, gülümseyen ve hayli manidar konuşan bir âlim, özellikle inanan bir insan olmasından hoşlandığını belirtir. Beyatlı, bir yazısı dolayısıyla aralarında geçen kırıcı bir tartışmadan dolayı Ahmed Naim’in aradan uzun bir süre geçmiş olmasına rağmen özür dilemesini takdir ve hayretle anlatır.

Mülkiyeliler tarihini yazan Ali Çankaya’ya göre, varlığı ile iftihar edilecek, yaşayışı örnek alınacak bir insandı. Halûk, dürüst, münekkit, inançlarına taassupla bağlı bir zâttı.

Ahmed Naim’in öğrencilerinden olan felsefe tarihçileri Macit Gökberk ve Niyazi Berkes, ideolojik bakış açılarının etkisiyle hocalarını zaman zaman alaycı ve tahkir edici bir üslûpla anlatmışlarsa da, onun bazı meziyetlerini itiraf etmekten de kendilerini alamamışlardır. Gökberk şöyle der:

“Naim Bey, dünya görüşlerimiz birbirine büsbütün karşı olduğu hâlde, çok saydığım bir hocamızdı. Genel felsefe ve metafizik dersleri verirdi. İslâm kültürüne hayrandı. Değişen toplum koşulları içinde düşüncelerini değiştirmedi ve kişiliğinden hiç ödün vermedi. Geçmişe bağlı ve görüşlerinde tutarlı bir Müslüman Osmanlı aydını idi. Cumhuriyet’in en coşkulu en parlak günlerinde bile geçmişe bağlılığını bir bütün olarak korudu. Kişiliğindeki bu bütünlük onu ister istemez bir saygı konusu yapıyordu.”

Yeri gelmişken Ahmed Naim’in bu sağlam duruşunu ve tutarlılığını gösteren iki anekdotu aktarmak uygun olacaktır:

Ahmed Naim, Dârülfünun Rektörü iken Maarif Nezareti’nden, İnas Dârülfünu’nun (Kız Fakültesi) kapatılarak kız ve erkek öğrencilerin bir arada okutulması emrini alır. Naim Bey bu emrin geri alınması için uzun uğraşılar verir. Başarılı olamayınca, “Kız ve erkek çocukların bir arada okumalarına izin veremem, bu, dine aykırıdır.” diyerek rektörlükten istifa eder.

Mustafa Sabri Efendi, onunla ilgili bir hatırasını şöyle anlatır:

“Şeyhülislâm olduğum sıralarda A’yan Meclisi’ne girecek azalar arasına Ahmed Naim Bey’i de yazdık. Bunu öğrenen Naim, bir sabah namazından sonra kapımı çaldı.

Hayırdır inşallah Naim Bey, buyurun, deyince şunları söyledi:

‘Efendim A’yan listesini gördüm. Bendenizin de ismi var. Efendi hazretleri bu memleket, bu kadar mı kaht-ı ricale düçar oldu. Adam kıtlığına düştü? Memleket ne hâle geldi? Bendeniz kim oluyorum da a’yandan oluyorum efendim? İstirham ederim efendim beni bu listeden siliniz…’

Naim Bey parçalanıyor neredeyse yalvarıyordu. ‘Efendim ben kendimi bilirim. Layık olmadığım o makamdan alacağım maaşı çocuklarıma nasıl yediririm?’ diyordu.”

Mustafa Sabri Efendi uzun uğraşılardan sonra onu ikna edip geri gönderir.4 Günümüzde ehil olup olmadığına bakmaksızın milletvekili olmak için olmadık yollara başvuran siyasilere Ahmed Naim’in bu tavrı çok şey anlatıyor olmalıdır.

Ahmed Naim 13 Ağustos 1934 Pazartesi günü öğle namazını kılarken ikinci rekâtın secdesinde vefat etmiştir. Vefatından önce tercüme ettiği son hadîs hasta namazına dairdir. Bu hadîsin tercümesi de, tıpkı namazı gibi yarım kalmıştır.

Konuyla ilgili şöyle bir anekdot nakledilir. Naim Bey, Tecrid tercümesinin daha başlarında iken hastalıkları yüz gösterince tercümeyi bitirip bitiremeyeceğine dair tereddütlere düşmüş ve işaretler almak üzere istihareye yatmıştır. Âlem-i mânâda Peygamber Efendimiz’i görmüş. Fatih Camii’nde Efendimiz namaz kıldırıyor, Naim Bey de ilk safta cemaatin arasında. Efendimiz birinci rekâtı kıldırıp ikinci rekâta kalktıktan sonra geri dönmüş ve Naim Bey’e enfiye5 ikram etmiş...

Naim Bey rüyayı, Galatasaray Lisesi’nde birlikte Arapça hocalığı yaptıkları meslektaşı ve dostu Celal Hoca’ya (Celal Ökten, ö. 1961) anlatmış ve tabir için Cerrahi asitanesi şeyhi Fahrettin Efendi’ye sorması ricasında bulunmuş. Fahrettin Efendi rüya naklini duyar duymaz “Ömrü tercümeyi tamamlamaya vefa etmeyecek, erken göçecek; fakat bunu bu şekilde kendisine söylemeyin.” demiş...”6

Hasta namazına dair hadîsin yarım kalan tercümesi, yarım kalan namazı ve kendisine “secde” şiiri ithaf edilmiş bir insanın “secde”de teslim-i ruh etmesi ancak güzel bir akıbetle izah edilebilir.

Ahmed Naim’in vefat haberini Mısır’da öğrenen Mehmet Âkif, hüngür hüngür ağlamış ve “Onun ölümünü haber aldığım ânda, dünya başıma yıkıldı sandım.” demiştir. Cenazesi Edirnekapı Mezarlığı’na defnedildi. Mehmet Âkif’le yan yana defnedilmeyi vasiyet etmişti. Ne var ki Âkif ‘ten önce vefat etmiştir. Ancak ondan kısa bir süre sonra vefat eden sadece Âkif değil, diğer bir dostu Muallim Cevdet İnançalp da onun yanına defnedildi. Bugün üç dost, Edirnekapı Mezarlığı’nda yan yana yatıyorlar.

Yakın dostlarından Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, şu mısralarıyla merhumun ölümüne tarih düşmüştür:

“Verdi ser Hamdi bu tarihe cihan
Secdede gitti Hûdaya Naim”

*İstanbul Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi


Dipnotlar
1. Ahmed Naim’in Felsefe ve Ahlak konusundaki çalışmaları hakkında geniş bilgi için bkz. İsmail Kara, Bir Felsefe Dili Kurmak, Dergâh Yayınları: İstanbul 2001; Recep Kılıç, “Babanzade Ahmed Naim’in Felsefi Görüşleri,” AÜİFD, XXXVI (1997), s. 297-339.
2. Mehmet Emin Erişirgil, İslâmcı Bir Şairin Romanı, s. 258. Bu yazıda zorunlu olmadıkça alıntılar için dipnot verilmemiştir. Diğer referanslar için bkz. Hüseyin Hansu, Babanzade Ahmed Naim Bey, Kaynak Yayınları 2007.
3. E. Edip, M. Âkif, s. 111; M. Erişirgil, İslâmcı Bir Şairin Romanı, s. 262.
4. Ali Ulvi Kurucu, Hatıralar, Kaynak Yayınları İstanbul 2009, II, 116-117
5. Öğrencilerinin anlattığına göre Ahmed Naim, derslerde (yıl 1929) enfiye kullanırmış. (Bkz. Niyazi Berkes, Atatürk ve Devrimler, İstanbul 1982, s. 21). Enfiye kullanmasının bu rüyayla ilgisinin olup olmadığı merak edilmeye değer bir konudur.
6. İsmail Kara, “Rüya İle Sayıların Esrarı Arasına Sıkışmış Bir Secde Ömür”, Dergah Dergisi, XI (2000) 130, s. 3.



Related Posts with Thumbnails

En çok ilgi görenler

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı