Belki bu yüzden, Wittgenstein, kelimelerin sadece hayatın akışı içinde anlamlı olduğunu söyler.
Varlığın sesine kulak kesilen ve onu duymağa çalışmayı felsefi etkinlik yani düşünme olarak gören Heidegger’den de bir kez daha öğreniyoruz ki, insanın körlüğü gözlerinde değildir. Asıl körlük, göğsümüzdeki tahttadır.
Hayret etmeyi, tefekkürün arkhesi olarak önümüze getiren Heidegger şöyle der: ‘İnsanlar, hayretin içinden geçerek hem şimdi, hem de ilk olarak düşünmenin egemen başlangıcına vardılar.’
Hikmetin kurucu ögesi hayrettir.
Hikmet, varlığın içyüzünü okumaktır.
Peki, neler oluyor burada?
Bilgelere göre, ‘hayret sırasında kendimize tutunuruz. Varolanın karşısında, onun varolması ve nasılsa öyle ve başka türlü olmaması karşısında geri adım atarız. Hayret etme, varolanın varlığı karşısında geri adım atmayla son bulmaz. Aksine o, bu geri adım ve kendine tutunma olarak aynı zamanda karşısında geri adım attığı şey tarafından ona doğru çekilir ve tutsak alınır.’
Varlığa uygun olarak konuşmayı sağlayan hayret, insanı, kendini yok eden benliğin sınırlarından kurtarır ve zihnini genişletir. Zihin darlığı, insanın temel zaafıdır.
Fazlurrahman’dan öğrendiğimize göre, tüm Arap dilbilimcileri, bize, ‘zulüm’ sözcüğünün yaygın anlamının, ‘bir şeyi uygun olmadığı yere koymak’ olduğunu söylüyorlar.
Öyleyse yanlışın, yanlış yönelimin, yanlışa yönelmenin ve yanlışta ısrarın her türlüsü zulümdür.
Bunu irtikap etmeninse, göğüsteki gözün, yani iç gözün kalın gaflet perdeleriyle örtülü olmaktan ileri geldiği apaçıktır.
Görüşü keskinleştirmenin bir adı tefekkürdür ve bu içduyum hâliyle insan, gerçeği sürekli tecrübe eder ve deneyimleri, onu hayranlık vadisinde tutar.
Bu varlığın içinde olmaktır.
Bir metin olarak kâinat dendiğinde, bir sözcük olarak insan, bir harf olarak ağaç, bir cümle olarak güneş, bir deyiş olarak deniz, bir manzume olarak yıldız demiş oluyoruz ve baktığımız her şeye yeni baktığımızın bilincine varıyoruz.
Öyleyse, kâinatı bir metin olarak okumanın ve çözmenin bir yolu olmalıdır.
Gerçeği deneyimlerimizle farkettiğimize göre, varolandan varlığa geçerken, kendimizi özne olarak da görmüyor, eleştirinin, ‘kritik bir durum’ olmadığını, yani eserle eleştiricinin nesne-özne ilişkisinden öte bir düzey veya düzlemde karşılaştığını varsayıyoruz.
Hayret nasıl şaşırmadan öte bir şeyse, ‘tefekkür’ de, tümüyle modern bir durum/kavram olan düşünce’den başka bir şeydir.
Arapçadaki fikir veya Farsçadaki endişe hatta Fransızcadaki pensee daha çok, dikey bir ‘düşünme tarzı’nı ima eder. Fikr’in, Fars dilinde ‘endişe’yle anlamdaş olduğunu da biliyoruz. Endişe, dilimizde, gündelik sözlüğümüzde, kaygı, tasa gibi anlamlar kazanmış ve bir tür anlam kaymasına uğramıştır.
Sırası gelmişken, tefekkür’e yol açan hayret’in bir aşamasında, ‘temaşa’yı içerdiğini de hatırlamalı.
Kalbin, aklın anlayamadığı akılları vardır diyen, bunu derken, bir müşahade’sini aktarıyor.
O, kalbindeki akıllardan biriyle temaşa etmiştir varlığı ve gördüğü resim, salt beşeri bir zihinsel etkinlikle görülebilen bir resim değildir.
Şeyh Bedreddin, Varidat’ında, tefekkürün, varolan hakkında olabileceğini söyler.
Gerçekte düşünce, Yaratıcı’nın Zat’ı hakkında hayret etmek olan huşuya aykırıdır. Hakikat yolcusunun, nesnelerden Yaratıcı’ya ulaştığında düşünmesi hayret’e dönüşür.
Bu yüzden, hayret, tefekkürün ürünüdür. Ve yolcu, buna bir kez eriştiğinde, ne bundan ayrılmalı, ne de onu daha aşağı bir şeyle değişmelidir. Aksine, hayret’i yeterli olmayabilir. Bu yüzden Elçi, ‘Rabbim, hakkındaki hayretimi artır’ diye yakarmıştır.
Tefekkür, yolcu seyr hâlindeyken kendisinden istenilendir. Gayba dalmıştır. Fakat amaç, Zat’ıyla belirdiğinde tefekkür hayrete dönüşür.
Sufiler bu durumu, ‘Benim öyle bir vaktim var ki, Rabbimden başkası oraya sığmaz.’ diye ifade eder.
Tefekkürün açtığı yol-ki ona marifet diyoruz-nesneleri itibari değerinde bırakmaz, ya onları yok eder veya Yaratıcı’nın vechinin görünüşleri olarak ortaya çıkarır.
Kierkegaard, ‘etik ile estetik birdir’ derken, modernlerin indirgemeci olarak nitelediği, ama gerçekte, varlığa ilişkin soru soran ve bunu ‘hayret’te kalarak arayan ve bulan tefekküre gönderme yapar.
İnsanın Yaratıcı’sıyla dolaysız biçimde ilişki kurabilme yeteneğine inanan herkes, estetik olanın aynı zamanda ahlaki olduğunu deneyebilir.
Tam da burada karşımıza, Guenon çıkar.
Şehadet âleminden varlığın yüreğine, gayba doğru yolculuğunda insan zihninin imkanlarını yöneten yasalarla ilgilenen geleneksel öğretide, sanatla varlığın dilinin uyumundan söz edilmektedir. Nasr, modern zamanlarda, aynı zamanda kozmosu da yöneten insan diliyle, ruhunun etkinliğinin yollarının ayrıldığını saptar: ‘Şiirin geleneksel öğretisi, daha başka açıklamalara ihtiyaç duyar. Çünkü niceliksel doğa çalışmalarına ve dilbilimsel analizlere, kozmos çalışmalarından ve şiirsel terkiplerden daha fazla değer verildiği bir çağda, kevni hakikatlerle diller arasındaki uyum kaybolmuştur. Geleneksel öğretiye göre içsel göz, algının aracı olduğu için, deruni göze ya da kalbi keşfe kendini açan, kozmosun batıni hakikati, kendisini cismani alan üzerinde tanzim eden bir uyuma dayanır. Üstelik bu uyum, kendisini bizzat hem insan ruhunun ve hem de varlığın yansıması olan dilin dünyasında yansıtır. Dil alanında harici dünyanın maddi varlığının yerine geçen ve kozmik uyumun zihne yerleşmesini sağlayan kelimedir. Kalbi akıl tarafından uygun olarak tetkik edilen âlemin kendisi uyum ile kelimenin birleşmesinin sonucudur. Makrokosmozda âlem’in uyumu, hakikatin daha yüce düzeylerinde daha çok tezahür eder. Ve kosmozun daha aşağı uçlarına inildikçe donuklaşır. Daha az belirgin olur. Bu uyum, aynı zamanda geleneksel sanatların merkezini oluşturur. Ve geleneksel sanat ile maddi formlarla ilgili diğer sanatların esasıdır. Uyum her zaman vardır fakat, kelime ya da dilin özü üzerinde tabb edilmesi hayli belirgin ve derin olunca şiir oluşur. Şiir, nesnelerin temel uyumunu yeniden yankılaması aracılığıyla, insanın, varoluşun ve bilinçliliğin daha yüce makamlarına dönmesine yardım etmeye muktedirdir.’